Orta Doğu’nun baharına Fransız kalmayalım
Star Gazetesi Açık Görüş Eki.
Libya’dan farklı olarak Suriye krizine Türkiye’nin tarafsız kalma lüksü yok. Olayın sağlıklı tahlili komplocu yaklaşımları bir tarafa bırakmaktan geçiyor. Komployu açığa çıkaracağız diye Orta Doğu’da zamanlarını doldurmuş diktatörlüklerin savunuculuğu bize mi düşecek?
Dr. HASAN KÖSEBALABAN
İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi
Tunus ve Mısır’da yaşanan iktidar değişiklerinin ardından bütün Orta Doğu ülkelerini saran demokratikleşme dalgası Türk dışpolitikası açısından hem bir kriz hem de bir fırsat alanı olarak karşımıza çıktı. Türkiye bölgedeki aktif dış politikasını doğal olarak mevcut iktidarlar eliyle sürdürmeye çalışmış, özellikle Suriye başta olmak üzere otoriter Arap rejimleriyle çok ciddi ilişkiler kurmuştu. Bununla birlikte Türkiye’nin sahip olduğu liberal-demokratik sistemin özellikle başarılı bir ekonomik performans ve İsrail karşısındaki cesur çıkışlarla birleştiğinde Arap halklarının demokratik taleplerini tetikleyen önemli bir cazibe unsuru olduğu açıktır. Kısacası Türkiye sahiplenmek istemediği demokratikleşme dalgasının bizatihi sürükleyici unsuru durumunda. Demokratik sonuçlar neticesinde iktidarda bulunan hükümet özellikle Filistin konusundaki çıkışlarıyla Orta Doğu’daki rejimlerin kendi halkları nezdindeki itibarını sarsarak adeta bölgedeki ‘istikrarın’ altını oydu.
Mafyatik despotluklar
Tunus ve Mısır’daki değişiklikler bu ülkelerde Türkiye’ye, özellikle Ak Parti hükümetine karşı yukarıda sayılan nedenlerden dolayı hasmane tutumlarını belli etmiş rejimleri iktidardan uzaklaştırması açısından kabullenmesi kolay değişikliklerdi. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Mısır’daki olaylara doğrudan müdahale etme anlamı taşıyan açıklamaları Hüsnü Mübarek karşıtı göstericiler tarafından büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Ancak gösteriler Libya’ya sıçradığında Türkiye kendisini büyük bir ikilemle karşı karşıya buldu. Libya lideri Muammer Kaddafi 1974 Kıbrıs harekatı sırasında karşılaşılan Batı ambargosu sırasında Türkiye’ye uçak lastiği temin etmiş olmakla ülke kamuoyunda oluşturduğu sempatiyi son yıllarda her fırsatında bir Kürt devletinden söz ederek tüketmişse de Libya özellikle inşaat sektörü açısından Türk işadamları için çok önemli bir pazardı. Olaylardan önce Türkiye’nin Libya ile 10 milyar dolara yakın ticaret hacmi bulunuyor ve bu ülkede yüksek gelirli 30 bin civarında Türk işçisi çalışıyordu. Türkiye’nin Libya konusunda Libyalı rejim muhaliflerince eleştirilen ikircikli tutumunun ekonomik ilişkiler dışındaki bir başka nedeni de bu ülkedeki karışıklığın bir demokratikleşme mücadelesinden daha çok kabileler arasında meydana gelen iç savaş özelliklerine sahip olmasıydı. Bununla birlikte Kaddafi kendi halkı üzerine bomba yağdıran bir diktatör olarak uluslararası meşruiyetini kaybedince zaten bu ülkenin sahip olduğu doğal kaynaklara gözdiken ve şimdiye kadar kendisiyle çalışmakta bir beis görmeyen Batı emperyalizmine paçasını kaptırdı. Hükümetin bu kriz karşısındaki tutumu her iki tarafı da memnun etmeyen bir kafa karışıklığını yansıtıyordu. Hükümet BM Güvenlik Konseyi tarafından Libya’ya uygulanan hava kuşatmasına karşı çıkarken uluslararası operasyonları geciktiren bu nedenle de Kaddafi’nin devam eden saldırıları yüzünden daha fazla insanın hayatını kaybetmesine neden olan ülke olarak damgalandı. Libya krizi Orta Doğu’da Türkiye lehine olan Arap kamuoyunda beklentilerin yüksek olması ve politikaların net olmayışı nedeniyle bir anda aleyhine dönmesine neden oldu. Libya krizinde adeta dışpolitikanın ticari çıkarların ve inşaat şirketlerinin kontrolüne girdiği görüntüsü verildi. Türkiye Müslüman bir ülkenin bombalanması operasyonunda yer alamayacağı söylendi ve NATO çerçevesinde pasif destekle yetinen bir tutum benimsendi. Bu doğru bir tutum olabilir, ancak henüz uluslararası operasyonlar sözkonusu olmadan ve işçilerin naklinden sonra da hükümet Kaddafi’ye karşı aktif bir tavır almaktan kaçındı. Kaldı ki Afganistan’da da NATO üyesi olarak işgale destek veriyoruz.
Kuzey Afrika için riskler tamamıyla ekonomik rakamlarla ifade edilebilirken, karışıklıkların Türkiye’nin yakın bölgesindeki jeostratejik havzasına sıçraması konuya siyasi ve askeri bir boyut katıyor. Bu noktada Türkiye açısıdan en stratejik kriz olayların son yıllarda güvenlik alanınd önemli işbirliği geliştirilen Suriye’ye sıçramasıdır. Suriye ile ilişkilerde 1998 yılındaki yakın savaş durumundan halen iki ülke liderlerinin samimi dostluk bağları kurdukları, silahlı kuvvetlerinin ortak askeri tatbikat düzenlediği, terörle mücadele noktasında ortak stratejiler belirlendiği ve vizesiz seyahat ile beraber bölgesel entegrasyon arayışlarına girildiği bir aşamaya gelindi. Ancak inkar edilemeyecek bir biçimde Türk halkının gönül bağı hiç şüphesiz kırk yıllık mezhebi azınlık rejimiyle değil ona direnen demokratik taleplerini dillendiren muhalefetten yana. Bu nedenle hükümet bir yanda geçmişinde kanlı olayların yaşandığı Esad-Sünni muhalefet çatışmasında tarafsız kalmaya ne kadar özen gösterirse göstersin, son tahlilde kendisinin değil İran’ın bölgedeki en yakın müttefiki olan Şam’daki mevcut iktidarla yanyana durma şansına sahip değil. Suriye’de şiddete başvurmayan demokratik muhalefete karşı uygulanan devlet şiddeti (nedense devlet terörü demiyoruz) nedeniyle resmi rakamlara göre beşyüze yakın insan hayatını kaybetti. Yüzde 13’lük mezhebi bir azınlığın yüzde 87’lik çoğunluğa karşı adeta mafyavari despotlukta bir hakimiyet kurmuş durumda. Kasabaların ve mahallerin tanklarla işgal edilmesi yaklaşık otuz bin insanın hayatını kaybettiği 1982’deki Hama katliamını hatırlatıyor. Olaylar artık Türkiye’nin çıkarlarını gözeterek sessiz kalabileceği bir noktayı aşmış bulunuyor. Bir yanda iç politikada demokrasi isterken diğer yanda bölgedeki samimi demokratikleşme dalgasını benimsemekten imtina edemeyiz.
Amerikanlaşıyor muyuz?
Suriye krizin en başarılı bir şekilde atlatılması hiç kuşkusuz dış politikaya yön veren stratejik aklın bir test alanı olacak. Makul olan bir yanda Beşar Esad’ın reform sürecini hızlandırmaya zorlanması ve bu sürede muhalefetin de sabırlı hareket etmeye ikna edilmesidir. Suriye krizi Libya’dan farklı olarak Türkiye’nin tarafsız kalma lüksüne sahip olduğu bir vakıa değildir. Olayın sağlıklı tahlili son yıllarda gelişen ilişkiler nedeniyle kendilerine sağlam yerler edinen bir takım kanaat önderlerinin komplocu yaklaşımlarını bir tarafa bırakmaktan geçiyor. Komployu açığa çıkaracağız diye Orta Doğu’da zamanlarını doldurmuş, devrilmeleri gecikmiş diktatörlüklerin savunuculuğu bize mi düşecek? Neden Orta Doğu’nun geleceğine değil de hurdacılığına talip olalım? Kendi bölgemizdeki dinamikleri doğru okuyamayarak gelişmelere Fransız kalıyoruz.
Türkiye İhracatçılar Merkezi tarafından bölgedeki karışıklıkların ülke ekonomisine maliyetinin 384 milyon dolar olarak hesap ediliyormuş. Libya’ya ihracat yüzde 43’lük, Mısır ve Yemen’e ihracatta yüzde 24, Tunus’a ihracatta ise yüzde 20’lik düşüş kaydedilmiş. Ancak bu kaygılar kısa vadeli bir bakış açısını yansıtıyor. Demokratik bir Orta Doğu aynı zamanda ekonomik olarak kalkınmış bir Orta Doğu olacak. Bu daha büyük bir pazar, daha fazla ihracat demek. Aslında bu rakamların alıntılanması dahi çıkarlara göre değil, ilkelere göre dışpolitika izlediğini iddia eden bir ülke için başlı başına ayıptır. Yoksa dışpolitikamız Amerikanlaşıyor mu?