Libya’da Olanlar Neyin İfadesi
Ortadoğu’da kazan kaynıyor? Neler oluyor? Bunlar tarihi sürecin kaçınılmazı mı yoksa özgürlük adı altında birileri düğmeye mi bastı?
Libya’da Muammer Kaddafi’ye bağlı ordu birlikleri ve paralı askerler ile demokratik, çoğulcu ve insan haklarına saygılı bir yönetim arzulayan muhalif güçler arasındaki asimetrik boyuta haiz çatışma gün geçtikçe daha da şiddetleniyor.
Libya’nın doğusundaki Bingazi, Derne ve Tobruk gibi şehirler günler öncesinde muhalif güçlerin eline geçmiş olmasına karşın, ülkenin batı kesimleri ile başkent Trablus çevresindeki kanlı çatışmalar devam etmektedir.
Muammer Kaddafi’ye bağlı askerler otomatik silahlar, tanklar ve uçaklar ile Kaddafi aleyhtarı Libya vatandaşlarına ölüm yağdırırken Tunus’ta gerçekleşen Yasemin Devrimi ile hareketlenen Kuzey Afrika ve Ortadoğu Coğrafyası’nda son yılların en trajik olayları yaşanmaya devam etmektedir. Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali, Mısır’da ise Hüsnü Mübarek demokratik ve insan haklarına saygılı bir yönetim anlayışı ile sokaklara dökülen vatandaşların baskısına çok fazla dayanamamış ve umutsuz bir çaba içerisinde kendi halkına daha fazla ölüm yağdırmaktansa iktidardan çekilmeyi tercih etmişlerdi.
Muammer Kaddafi ise, 1969 yılında Kral İdris’e karşı düzenlediği bir darbe ile ele geçirdiği Libya liderliğini 42 yıldan bu yana sürdürmesine karşın, muhalefetin tepkilerine kulak verip koltuktan çekilmeye niyetli görünmemektedir. İşte tam da bu noktada ABD’nin devreye girmeye çalıştığına tanıklık etmekteyiz. ABD, NATO’yu kullanarak Libya lideri Muammer Kaddafi’yi dize getirmek ve Tunus’ta başlayıp Mısır ile devam eden dalgayı genişletmek hedefindedir.
Kuzey Afrika’nın en küçük ülkelerinden biri olan Tunus’ta patlayan ve bugün gerçek bir devrim olup olmadığı konusunda henüz bir netliğin oluşmadığı Yasemin Devrimi ile başlayan halk ayaklanmaları tüm Ortadoğu’yu sarmış durumdadır.
Ayaklanmaların arkasında, Arap halklarının yıllardır içerisinde debelendiği yoksulluk, yolsuzluk, tek adama dayalı yetersiz yönetim anlayışından artık bıkmış olması yatmaktadır. Arap Halkları, Cemal Abdülnasır’ın şahsında birleştirdikleri milliyetçi istemlerin tezahüründen bu yana belki de ilk kez bir araya gelmiş ve aynı amaçla sokaklara dökülmüşlerdir. Temelde Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra içerisine sıkıştırıldıkları parçalı ve baskıcı siyasal yapıları aşma belirtileri gösteren son ayaklanmalar tüm Ortadoğu Coğrafyası’na ve hatta baskıcı rejimlere sahip tüm ülke halklarına emsal teşkil edebilme niteliğine sahiptir.
Peki, nasıl oldu da Arap halkı topyekûn bir şekilde ayağa kalktı? Bunun iki nedeni var ve birinci neden yukarıda anlattığımız sosyo-ekonomik sebeplere dayalı genel bir tepki dalgasının bölgede yayılıyor oluşudur. Aynı etnik ve kültürel değerlere sahip büyük bir halkın benzer şartlar altında benzer refleksler göstermesi son derece doğal ve sağlıklı bir durum. Görülen sivil itaatsizliğin ikinci nedeni ise dışsal bir nitelik taşıyor ve ABD ve onunla birlikte hareket etmeye özen gösteren Batı Dünyası’nın dış politika stratejilerine paralel bir seyir izliyor.
Ortadoğu Coğrafyası, sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik öneminin yanı sıra sahip olduğu enerji kaynakları bakımından da oldukça değerli bir bölge ve Batı Dünyası, Soğuk Savaş’ın ortaya koyduğu çift kutuplu düzen içerisinde bu değerli bölgeyi elde tutabilmek ve SSCB’ye kaptırmamak için, bölge halklarının çoğulcu bir demokrasi içerisinde yoğrulmasına izin vermeden bu ülkeleri kendisine yakın tek adamlar eliyle statükoya kavuşturmak istemiştir.
Açıkçası, bu politikasında da başarılı olmuş ve bugüne kadar bölgenin genel siyasal iklimi tek adamlar eliyle düzenlenmiş ve bu tek adamların Batılı ülkeler, özellikle de ABD ile ilişkileri çok sıcak biçimde devam etmiştir. Farklı bir ideoloji ve farklı bir dış politika yönelimi içerisine giren ve daha bağımsız hareket etme dürtüsünü ortaya koyan Cemal Abdülnasır gibi liderlerin etkinliği kısa sürede sona erdirilirken, Hüsnü Mübarek, Habib Bourgiba, Zeynel Abidin Bin Ali ve Ali Abdullah Salih gibi isimler etkinliklerini sürdürmeyi başarmışlardır.
Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından ABD liderliğindeki Batı Dünyası, Ortadoğu’ya genel bir düzen getirme yönünde çalışmalar başlatmışlardır. Zira kendi halkı ile sorunlar yaşayan ve belli bir zümre ile özellikle ABD’nin desteğine güvenerek iktidarda kalan Arap diktatörlerinin; demokrasi, insan hakları ve özgürlükler noktasında kendisini bir model olarak sunan Batı Dünyası ile kurdukları ilişkiler oldukça yadırgatıcı bir realist paradigmayı ortaya koyuyordu.
Ne var ki, Ortadoğu’ya düzen getirme ve hem Batı Dünyası’nın çıkarlarına hem de halka hitap eden yönetimler oluşturabilme düşüncesi uzun zaman geri planda kalmıştır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan etnik ve dinsel sorunlar, terörizm ve Saddam Hüseyin tarzı liderlere karşı girişilen askeri ve siyasal operasyonlar Ortadoğu’ya ılımlı bir yapı kazandırma yönündeki istekliliği gölgelemişti.
11 Eylül 2001 Saldırıları’ndan sonra ortaya atılan Büyük Ortadoğu ve onun farklılaştırılmış hali olan Genişletilmiş Ortadoğu Projeleri, Batı Dünyası’nın bu bölgeye yönelik değişim isteğini yansıtmasına karşın, silah ve zorlama içerdiği ve Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması Tezi’ne vurgu yaptığı için dünyadan gerekli desteği görememiştir. Afganistan ve Irak Operasyonları sonunda ortaya çıkan tablo, silah kullanılarak getirilmeye çalışılacak düzenin, gerçek ve arzulanabilir bir Ortadoğu Modeli oluşturamayacağını göstermesi bakımından önemlidir.
ABD’de Yeni Muhafazakârların iktidardan düşürülmesi ve bu ülkeden tüm dünyaya yansıyan bir halkla ilişkiler objesi olarak da görülebilecek Barack Obama’nın iktidara gelmesi; batıya ait değerler kullanılarak yapılandırılacak yeni ve halk desteğine sahip bir Ortadoğu yaratma konusunda umutlar doğurmuştur.
Bugün Arap Ayaklanmaları’na ABD ve Batı Dünyası’ndan gelen moral ve siyasal destek ve kendi halkına karşı silah kullanan Muammer Kaddafi’ye karşı NATO’yu harekete geçirerek oluşturulmaya çalışılan askeri ittifak, ABD’nin 2000’li yılların başında ortaya attığı Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin yeni bir uygulaması olarak görülmelidir.
ABD, Tunus ve Mısır bağlamında bu ülkelerin halklarının başarılı olması nedeniyle yalnızca moral destek veren ve özellikle Mısır’da orduya da etki ederek sürecin başarıyla sonuçlanmasına imkân veren bir dost ülke olarak hareket etti ve bu ülke halkları nezdinde oldukça bozuk olan siciline olumlu puanlar yazdırdı. Şimdi ise aynı strateji Libya özelinde uygulanmaya çalışılıyor.
Libya’da ABD’nin ittifak yapabileceği gerçek bir muhalefet ya da ilişkide bulunulabilecek Mısır Ordusu benzeri bir ordu olmadığı için, NATO kullanılarak Kaddafi’ye karşı ayaklanan ve onun iktidardan düşürülmesinin ardından yönetimi devralacak çevrelere bir mesaj verilmeye çalışılmaktadır.
Tunus ve Mısır’da gerçekleşen halk ayaklanmalarına verdiği desteğin ardından Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi ve en azından halkın istediği tarzda demokratik bir yönetimin oluşturulmasına verilecek olan destek, ABD’nin Arap Halkları nezdinde muteber bir konuma yükselmesi bakımından oldukça önemlidir. Zira ABD, NATO’yu harekete geçirerek “halk düşmanı” olarak görülen bir ismi devirecek ve Libyalıların önünü açacaktır.
ABD’nin Libya’ya ilişkin olarak NATO’yu kullanmak istemesinin nedeni, girişeceği harekâtın meşruluğunu sağlayabilmek ve özellikle Irak Operasyonu esnasında ve sonrasında oluşan Amerikan aleyhtarı görünümün yeniden oluşmasına mahal vermemektir.
Batı Dünyası’nın yanı sıra Türkiye gibi son dönemde Arap Dünyası’nda çok ciddi bir saygınlığa sahip bir ülkeyi de gerçekleştireceği operasyon bağlamında kullanmak, ABD politikasının meşruiyetini Arapların gözünde daha da arttırabilir. Zira Türkiye’nin destek vereceği bir NATO Operasyonu, Libyalı muhalifler ile kurulacak sağlıklı bir ilişki ve Ortadoğu’daki hareketliliğin devamı konusunda ABD’nin Arap halklarına vereceği mesaj bağlamında çok önemli bir girişim olacaktır.
Ne var ki, NATO’nun ABD’nin Ortadoğu çıkarlarına uygun olarak kullanılması anlamına gelecek olan topyekûn bir müdahale, Libya’nın “çılgın” ve bir o kadar “umutsuz” lideri Muammer Kaddafi’nin işi toplu katliamlara ve ülkenin zaten zayıf olan altyapısını tamamen tüketme girişimlerine başlamasına yol açabilir.
Libya’nın sahip olduğu petrol sanayi ve bu ülkeden Avrupa’ya akan petrolün değeri ve miktarı düşünüldüğünde durumun ne kadar vahim olduğu da görülebilecektir. Bugün gelinen noktada petrol fiyatlarının zirve yaptığı düşünülürse, Kaddafi’nin petrol kuyularına ve sanayisine karşı düzenleyeceği saldırılar sonucu gelinecek nokta çok daha kötü bir durum arz edecektir.
Bunun yanı sıra, Libya’ya gerçekleştirilecek bir NATO Operasyonu esnasında oluşacak boşluktan yararlanabilecek aşırı dinci grupların yükselişe geçebileceği de unutulmamalıdır. Böyle bir durum hiç kimsenin işine gelmeyecek, Libya Halkı’nın canı pahasına ortaya koyduğu değişim iradesini baltalayarak köktenci akımların Libya yönetimini ele geçirmesine ve ülkenin sahip olduğu aşiretlere dayalı toplum yapısına hâkim olmaya başlamalarına yol açabilecektir.
Bu durumlara düşülmemesi için, NATO kapsamında topyekûn müdahaleden çok belli zamanlarda belli noktalara düzenlenecek ve Kaddafi’nin silahlarını ve birliklerini hedef alacak hava saldırıları düzenlenmesi ve böylece Libyalı muhaliflerin önünün açılması çok daha mantıklı olacaktır. Ancak ilk yapılması gereken iş, özellikle ülkenin doğu ve güney kesimlerine gıda, ilaç ve temel tüketim malları ulaştırılması ve Libya’nın güneyindeki petrol kuyularının ve sanayisinin güvenliğinin sağlanabilmesidir.
Kaynak: Göktürk Tüysüzoğlu Stratejik Boyut