İnönü Devri Karşı Devrim mi?
Türkiye’nin 2. cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, Mustafa Kemal döneminde yaklaşık 13 yıl başbakanlık, Atatük’ün ölümünden sonra da 12 yıl cumhurbaşkanlığı; yaklaşık 4 yıl da başbakanlık yapmış önemli devlet adamlarımızdan biridir. Gerek Atatürk zamanındaki başbakanlığı gerekse 1938-50 arası cumhurbaşkanlığı dönemindeki icraatlarıyla zaman zaman tartışılan İnönü, bu günlerde de Hitler ile karşılaştırılarak tartışılmaktadır. Tartışmaların bir kısmı da “İnönü dönemi karşı devrim mi?” konusunda yapılmaktadır. Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi ve 1930’lu yıllar üzerine çalışan Dr. Ertan Aydın 9 Mayıs 2010 tarihli Açık Görüş’te bu konuyla ilgili uzun bir makale kaleme aldı.
“İnönü devri karşı devrim mi?
Atatürk’ün hayatının son bir yılında irtibatını büyük oranda kestiği İsmet İnönü, onun ölümünün ardından, önce TBMM tarafından ülkenin yeni Cumhurbaşkanı, daha sonra 26 Aralık 1938’de olağanüstü toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) kurultayı tarafından da partinin ‘değişmez genel başkanı’ olarak seçildi. Bu unvanlara ek olarak, dönemin bazı Avrupalı liderlerinin modasına uyarak, kendisine ‘milli şef’ unvanı verilmesini sağladı.
Atatürk ile son bir yılda ayrı düşmüş ve adeta siyaseten tasfiye olmuş bir kişi nasıl olur da bu kadar kısa sürede bu denli büyük unvanlara layık görülebilirdi. Bu soruya üç temel yaklaşımla cevap verilebilir. İlki, mevcutlar arasında en fazla devlet tecrübesi ve birikimine sahip olması. İkincisi, mebusların büyük çoğunluğunun, İnönü’nün Başvekilliği zamanında seçilmiş ona yakın kişilerden oluşması. Üçüncüsü de, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın rekabeti, Çakmak’ın İnönü’den yana tutum almasına yol açmıştır. Zira Cumhurbaşkanlığı seçiminin olduğu gün TBMM’ye birlikte giriş yapmaları bu desteğin düzeyini göstermesi bakımından anlamlıdır. O yüzden cumhurbaşkanlığına seçilmesi pek zor olmamıştır.
İlk işi hesap sormak oldu
Fakat İnönü, seçilmesinin hemen ardından ilk iş olarak, kendisiyle Atatürk’ün arasının açılmasına vesile olduğunu düşündüğü kişilerden hesap sormayı tercih etmiştir. Önce İktisat Vekili Şakir Kesebir ve Maarif Vekili Saffet Arıkan görevlerinden istifa etmişler, daha sonra bir takım yolsuzluk konuları gündeme getirilerek Bayar hükümeti topyekun istifa etmek durumunda bırakılmıştır. İnönü, 25 Ocak 1939’da görevinden ayrılan Celal Bayar’a hükümeti yeniden kurma görevi vermeyerek, aslında Atatürk’ün son döneminde oluşturduğu yeni ekibi tümüyle tasfiye etmiş, kendi iktidarını pekiştirmiştir. Bu tasfiye süreci yalnızca kişilerle sınırlı kalmamıştır. Tasfiye ettiği kişilerin sahip oldukları daha mutedil, demokrat ve görece liberal anlayışlar da devlet nezdinde tasfiyeye uğramıştır. Zira Atatürk ile İnönü arasındaki anlaşmazlıkların dört ana sebebi olduğu söylenebilir:
Niçin anlaşamadılar?
1. Atatürk’ün sık sık İnönü’nün kabine ve bürokratlarına müdahale etmesi, başarısız kişilerin değişimi konusunda İnönü’ye baskı yapması.
2. İnönü’nün dış politikada izlediği daha pasif ve edilgen politikalara Atatürk’ün itiraz etmesi. Mesela Hatay konusunda İnönü ılımlı bir politika izlenmesi gerektiğini savunurken, Atatürk daha agresif bir yaklaşımla Hatay’ın Türkiye topraklarına dahil edilebileceğini savunuyordu.
3. İnönü’nün izlediği katı devletçi politikalara Atatürk’ün şiddetle karşı çıkması ve daha liberal ve esnek bir ekonomi politikasının izlenmesi gerektiğini her fırsatta dile getirmesi
4. Atatürk, dil, tarih ve din gibi temel bazı kültür politikalarının sürdürülebilir olmadığı hususundan hareketle, örneğin öz Türkçe yaratma çabasından vazgeçilip daha orta yolcu bir çizgi izlenmesi gerektiğini savunuyordu. Bu konularda da İnönü ve çevresindeki elit gruplar daha radikal bir tutum izliyor, Atatürk’le anlaşmazlığa dü şüyordu.
Dolayısıyla, İnönü hâkimiyetindeki CHP politikaları Atatürk’ün son döneminde izlediği politikalarla önemli ölçüde zıt bir çizgi takip etmeye başladı. İlk iş olarak da, İnönü, devletçilik politikalarına hız vererek İş Bankası yönetiminde bulunan serbest piyasa yanlısı ekibi tasfiye ederek yerine özel teşebbüse olumsuz yaklaşan kişileri yerleştirdi. Ardından, köy enstitüleri ve halk odalarının yurt sathına yayılması talimatıyla, giderek devletin tepeden inme kültür politikalarına daha fazla önem vermeye başladı. Yine, II. Dünya Savaşı’nı gerekçe göstererek uygulamaya soktuğu katı vergi politikaları ile genelde tüm vatandaşlara özelde de azınlıklara yönelik baskıları her geçen zaman ağırlaştırıyordu. Atatürk’ün Haziran 1936 tarihinde tasfiye ettiği Recep Peker gibi dönemin en katı totaliter fikirlere sahip figürünü Başbakan tayin ederek, Atatürk ile arasındaki farkı daha da pekiştirmiş oldu.
Nutuk yasak kitaptı
Bu farkın sembolik olarak en belirgin örneğini Mustafa Armağan ilginç bir tespitle ortaya koyuyor: “Gazi Mustafa Kemal’in “Nutuk” adlı eseri, bizzat kendisi tarafından CHP’nin 2. Kurultayı’nda okunmuş ve yine CHP tarafından “Cumhuriyet’in temel kitabı” olarak kabul edilmiş olmasına rağmen, İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde asla basılmamıştır. Tam 12 yıl boyunca yasak kitap olarak kalan “Nutuk”, 1938’den sonra ilk kez Adnan Menderes iktidarında basılabilmiştir.” (Mustafa Armağan, 27 Aralık 2009, Pazar, ZAMAN)
tatürk ile mukayese edildiğinde, İnönü’nün Türk siyasetinin normalleşmesi ve demokratikleşmesine pek katkı yaptığı söylenemez. İmparatorluk bakiyesinden sonra bir ulus devlet kurma sürecinin mecburiyet ve zorluklarında, birçok hata yapılmış olsa da, esas itibariyle Atatürk döneminde halka dayalı bir yönetim anlayışını kurumsallaştırmak için önemli adımlar atılmıştır. Ancak 1938’den sonraki “Milli Şef” döneminde hissedilir düzeyde otoriter bir zihniyet ülkeye hâkim olmuştur. İnönü adına banknotlar ve pullar basılması, büstleri yapılması ve onu ölümsüz kılacak başka birçok adım atılmış olması bir yana, onun 27 Mayıs Askeri Darbesine ve akabindeki idamlara zımni desteği demokratlık düzeyi hakkında yeterli kanaat edinmemizi sağlıyor.
Belki de, İnönü’nün bir dönem Almanya Nasyonal Sosyalizm’ine ve İtalyan Faşizm’ine yönelik yakın ilgisini tartışmaya açmaktan çok, darbeci yönünü ele almak daha anlamlı olacaktır. Zira, o, Türkiye’nin ilk askeri darbesinin en önemli motivasyon kaynağı olmuştur. Kuşkusuz, İnönü’nün desteğinden yoksun bir darbe girişiminin başarıya kavuşması olanaksızdı. Önce 1960 daha sonra da 1971 müdahalelerin arkasındaki ideolojik haklılaştırmanın da Atatürkçülükten ziyade İnönücülüğe dayandığını iddia etmek mümkündür. Atilla İlhan, bir değerlendirmesinde bu noktaya çarpıcı bir şekilde temas ediyor:
Üç farklı Kemalizm
“İkide bir, Atatürkçülük adına, birtakım siyaset esnafı ortaya çıkmakta, yasakçılık etmektedir. Demokrasiyi korumak bahanesi altında gerçekleştirmek istedikleri yasaklar, aslında demokrasiyi değil, İnönü diktası türünden bir diktayı öngörmekte, özlemektedir. (…) Bu perspektiften bakıldı mı, 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın aslında Atatürkçülük filan değil, bal gibi İnönücülük olduğu hemen görülür. (…) Benim kestirmeden İnönücülük’ dediğim o ‘resmî’ Atatürkçülük en mükemmel ifade ve uygulamasını 40 yıllarında bulur ki, o da faşizan bir dikta, Tanzimat türünden bir batıcılık, üst yapısal kültür aktarmalarıyla kişilik kaybını ilerleme sayan bir tatlısu alafrangalığıdır.” (Attila İlhan, Hangi Atatürk, Ankara, 1982, Bilgi Yayınevi, s. 50-53)
Tam da bu noktada bir Atatürkçülük ve İnönücülük ayrımını analiz etmek gerekmektedir. Bugün bizim Atatürkçülük olarak bildiğimiz düşünsel ve kavramsal bir çok içerik, esasında 1930 yılından sonra Cumhuriyet’e ideolojik bir formasyon kazandırma ihtiyacının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı tetikleyen en önemli unsurlar, hiç kuşkusuz Dünya Ekonomi Buhranı’nın bilhassa liberalizme ve sosyalizme yönelik şüpheleri derinleştirerek yeni alternatiflerin oluşumuna önayak olması, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın halktan büyük teveccüh görmesi karşısında panikleyen İnönü liderliğindeki CHF hükümetinin, yeni partiyi, kuruluşundan 3 ay sonra kapatmaya zorlanması olmuştur. 1931 CHF kongresi ile Cumhuriyet rejimi ve ilkelerinin yeniden düzenlenmesi kararı alınarak altı ok şekillenmiştir. İtalya’da faşizm, Almanya’da Nazizm, Japonya’da pan-Asyanizm başta olmak üzere diğer birçok ülkede liberalizm ve sosyalizme alternatif “üçüncü yol” arayışları baş göstermiş ve ihtiva ettikleri katı otokratik ve baskıcı yönleriyle iki savaş arası döneme damgasını vurmuşlardır.
Türkiye’de de Cumhuriyet eliti bu tarz bir üçüncü yol arayışı içine girmişlerdi. Ortada bir devrim vardı ve fakat henüz ideolojisinin ne olduğu belirlenmemişti. Kemalizm tabiri ilk defa 1930 Aralık ayında kullanılmıştır. Bu tabir giderek kabul görüp kullanılıyordu. Fakat içeriği konusunda netlik yoktu. Bu konuda farklı elit grupların ortaya çıkıp Kemalizm’in aslında ne olması gerektiği hususunda yoğun bir rekabete girdiğini görüyoruz. Üç önemli elit grubundan bahsedilebilir. 1) Kadrocular: Yakup Kadri ve Şevket Süreyya’nın başını çektiği milliyetçi sol grup. 2) “Ülkü”cüler: Recep Peker ve arkadaşlarının başını çektiği Cumhuriyet Halk Fırkası resmi yayın organı olan Ülkü dergisi etrafında kümelenen daha otoriter ve totaliter eğilimlere sahip radikal laikçi grup. 3) Muhafazakâr-Modernistler: İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mustafa Şekip Tunç, Peyami Safa ve Ahmet Ağaoğlu’nun öncülük ettiği görece daha liberal ve gelenekle uzlaşmacı grup.
Bu gruplardan Kadrocular 1934 yılında “Ülkü”cülerin kulisleri sonucu faaliyetine son vermiştir. “Ülkü”cüler ise 1936’da Recep Peker’in Atatürk tarafından partiden istifaya zorlanmasıyla tasfiye olmuştur. Bu iki grubun projelerinin Türkiye gerçekleriyle uyuşmaz olduğunu anlayan Atatürk, hayatının son iki yılında üçüncü gruba, yani Muhafazakar-Modernistlere destek vermiştir. Celal Bayar’ın 1937’de başbakanlık görevine getirilmesi, böyle bir eğilimin sonucudur. Buradan hareketle esasında tek bir Cumhuriyet ideolojisinin olmadığını, farklı ideoloji kurma çabaları daima var olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Atatürk’ün vefatından sonra, önce Milli Şef “İsmet İnönü” döneminde ve bilhassa 1960 darbesiyle birlikte Atatürkçülüğün yorumlanmasında Pekerci Kemalist anlayış hâkim kılınmıştır. Bu tarihsel sürecin çarpıtılmasıdır ki, bugün Türkiye’de siyasetin bir türlü doğru zeminlerde yapılamamasının da ana sebebini teşkil etmektedir. Bugün bizim Türk devrim ideolojisi olarak bildiğimiz ve kabul ettiğimiz şey aslında yukarıda söz edilen gruplardan büyük oranda İnönü’nün de destek verdiği “Ülkü” grubunun şekillendirdiği devrim ideolojisi formülasyonudur. Bu formülasyona göre: Dönemin dünya ve ulusal konjonktürünün de etkisiyle demokrasi ve bilhassa da liberal demokrasi karşı durulması gereken olumsuz bir fikir olarak telakki ediliyordu. Ulusal bütünlüğü bozan liberal devlet tipine karşı ‘ulusal devletçilik’ modeline geçiş yapılması gerektiği vurgulanıyordu.
Avrupa, eski liberal kimliği ile öne çıkan bir yapıdan uzaklaşmıştı. Aksine, totaliter ve faşist ideolojilerin giderek yaygınlık kazandığı bir kıta haline geliyordu. Türkiye’de bir takım elit çevreler de Avrupa’yı artık yeni kavuştuğu veçhe ile örnek alma yolunu tercih ediyordu. Bu sebeple, Avrupa’dan liberal özgürlükçü fikirler değil tam tersine totaliter ve baskıcı düşünceler devşirilmeye başlandı.
Demokrasi gelecekte tesis edilmesi gereken bir kavram olarak ele alınmış, fakat mevcut halkın henüz demokrasiye hazır olmadığı gerekçesiyle ertelenebilir bir proje olarak kalması gerektiği vurgulanmıştır. Bu “ideal demokrasi”ye hazırlanışın yegâne enstrümanı olarak ta “laik ahlak” kavramı öne çıkarıldı. İnsanlar, laik ahlak ile donanmadıkları müddetçe, demokrasi ertelenebilir bir proje olarak kalabilirdi. Demokrasi ancak bu şekilde güvence altına alınabilirdi. Aksi takdirde, demokrasi her an devrim karşıtlarının elinde rejimi yıkmanın bir aracı haline dönüşme riskini taşımaktadır.
Dahası, Laiklik her şeyden önce otokratik bir anlayışla kurgulanarak, kavramın demokrasiyle olan bağı koparılmıştır. Denilebilir ki; bu anlayışın laiklik formülasyonu, demokrasinin önünü kesen ve onu hiçbir zaman tam manasıyla mümkün kılamayan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Demokrasi ve laiklik arasındaki bu gerilim siyasetin de bir türlü doğru zemine oturtulamamasına yol açmaktadır.
Zira söz konusu laiklik kavramı, sekülerleşmenin ve demokrasinin tahammül edemeyeceği kadar dinsel ve gerici bir içerikle ele alınmıştır. Bu anlamda “tek parti” anlayışının demokrasiye uygun olduğu iddia edilerek, farklı partilerin milletin iradesini bölmek ve parçalamak anlamına geldiği, bunun da demokrasiyi yok edeceği savunulmuştur.
Hatta, “Parti” ile “Devlet”in de birleştirilerek toplumdaki ayrı-gayrılığa son verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Zira ‘inkılapları halkın ruhuna sindirmek gayesiyle’ topyekun bir ‘cemiyet mühendisliği’ yaparak tek partinin de bütünüyle devletin hizmetine girmesi ve onunla kaynaşması gerekiyordu.
‘İdeal demokrasi’
Toplumu bir ‘granit kütle’ye dönüştürmek amacıyla, Sovyetler Birliği’nde Stalin’in, İtalya’da Mussolini’nin ve Almanya’da Hitler’in kullandığı belli toplumsal dönüşüm mekanizmalarının Türkiye’ye adapte edilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Bütün bu mekanizmaların demokrasi ideali ile çeliştiğinin farkında olmalarına rağmen dönemin ulusal koşullarının bunları zorunlu kıldığı belirtiliyordu. Çünkü ‘demokrasi inkılâbın bir neticesi değil, gayesi’ olarak ele alınıyor, bu gayeye erişmek için her türlü yöntem meşru kabul ediliyordu. 1930’ların radikal ve anti-liberal atmosferi içerisinde şekillenmiş olan bu anlayış, hiç kuşkusuz sahip olduğu otoriter yaklaşımları ile kendi dönemsel bağlamına uygun bir nitelik arz etmektedir. Recep Peker, Hitler tarzı bıyıkları ve parti içerisindeki otoriter tutumları ile dönemin şartları içerisinde bile radikal bir tarza sahipti. 1935 yılında gittiği Hitler Almanya’sından çok etkilenmiş, Türkiye’nin de
nihai olarak benzer bir devlet modelini benimsemesi gerektiğini savunmuştur. Recep Peker, Almanya gezisi sonunda hazırladığı yeni parti programını Başbakan İsmet İnönü’nün kabul ve imzasıyla Atatürk’e sunmuş, Atatürk programı aynı gece okumuş ve raporla ilgili özel kalemi Hasan Rıza Soyak’a şu ifadeleri kullanmıştır:
Peker ve İnönü tasfiyesi
“Bu zorbalar kimlerdir, onları kim seçecektir?”
Şaşırmıştım, kekeledim:
“Hangi zorbalar Paşam?”
Daha sert ve yüksek bir sesle:
“Efendim; sen dün akşam bana getirdiğin kağıtları okumadın mı?”
“Biraz okumuştum Paşam.”
“Ha; işte orada bahsedilen, bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, tabii dolayısıyla devleti ve memleketi kendi başlarına idare edecek olan Yüksek Meclis’in azasını… Diyorum; onları kim seçecek; bu zorbalar heyeti, kuvvet ve selahiyetlerini kimden, nasıl alacak? Hayret, hayreti uzma (Böyle vaziyetlerde daima kullandığı kelimelerden…) Bu ne sakat düşüncedir, bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki varmak istediğimiz hedef, henüz, en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir. Çocuk; biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki; bu memlekette bir gün… padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler´…”
Biraz düşündü, asabiyetini yenmeye çalışıyordu, ayağa kalktı:
“Her ne ise” dedi. “Sen şimdi kütüphaneye git, o evrak, masamın üstündedir. Partinin bugünkü nizamnamesinden ve programından birer nüsha bul; kitaplar arasında vardır zannediyorum, şayet yoksa getirt. Ben şimdi giyinip gelirim.” Kalktım, kütüphaneye geçtim; istediği nizamname ve programı bulduktan sonra bahis konusu olan evrakı bir kere daha gözden geçirdim. Gerek nizamname, gerek program, o zamanın tek partili totaliter idarelerindeki esaslara göre kaleme alınmıştı. Başta azası mahdut, fakat kudret ve salahiyeti sınırsız bir heyet tasavvur ediliyordu. Bütün kararları, bu âli heyet veriyor, Büyük Millet Meclisi bir şekilden ibaret kalıyordu. İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, üniformalı gençlik teşkilatı kuruluyordu. Bir kelime ile ve tam manası ile faşizm! Hele program, nihayet hükümetlerin senelik programlarına girebilecek birçok teferruat ile doluydu; içinde, çocuklar için süt damlaları teşkiline kadar, akla ne gelirse hepsi vardı.
Ben bunları okurken Atatürk geldi; kütüphanedeki büyük masada karşı karşıya oturduk. Yeni nizamname ve programı eline aldı, hem tekrar okuyor, hem de hiddetle söylenerek her sayfasını karalarcasına çiziyordu…” (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, s. 57)
Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Recep Peker ve İsmet İnönü’nün oluşturmaya çalıştıkları dönemin totaliter ideolojilerine paralel “Atatürkçü” ideolojiye Atatürk pek sıcak bakmamış, önce Peker’i daha sonra da İnönü’yü görevden alarak bu konudaki kararlı duruşunu net ortaya koymuştur.
Her şeyden önce, Atatürk güçlü bir aksiyoner, liderlik öngörüleri yüksek ve pragmatik bir devlet adamıdır. Onu bir masa başı teorisyeni, ideologu veya doktrineri olarak düşünemeyiz. Atatürk’ün yaptıklarını çevresindeki siyasi ve entelektüel elit gruplar belli bir teorik ve ideolojik modele dönüştürmeye çalışmışlardır. Atatürk bu çabaları zaman zaman teşvik etmiş, zaman zaman düzenlemiş, zaman zaman da frenleme yolunu tercih etmiştir. Cumhuriyet’in fikri içeriği de bu şekilde oluşmuştur. Bu içerik, dönemin koşullarından bağımsız olarak düşünülemez. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra “yeniden formatlanan Cumhuriyet ve Atatürk imajı, 1960’tan sonra bu defa da darbelerle birlikte yayılmış olan bazı sahte Atatürkçülüklerle kaynaşmış, ortaya günümüzde sistemi kilitleyen bir ‘Atatürk’ ve ‘laiklik’ algısı çıkmıştır.” Bu anlamda, “sadece söylemde kalan şekilci ‘büst Atatürkçülüğü’, İnönü döneminin eseridir.” (Mustafa Armağan, 27 Aralık 2009, Pazar, ZAMAN). Dahası, İnönü, kendi dünya görüşünü, yönetim anlayışını ve farklılıklara yönelik sergilediği tahammülsüzlüğü Atatürkçülük adı altında Cumhuriyet ideolojisi haline getirmiştir.
Geç kalınmış bir tartışma
Esasında, onun kendine rakip unsurlara karşı tahammülsüz yapısı 1925’te Terakkiperver Fırka, 1930’da ise Serbest Fırka’ya yönelik tutumunda açık bir şekilde görülmektedir. Çok partili hayata geçişi iki defa sekteye uğrattıktan sonra, nihayet dünya konjonktürünün de zorlamasıyla üçüncüsünde çok partili hayatın önünü açmış, lakin onun da sonu idam sehpasıyla tamamlanmıştır. Bu anlamda, onun kendi partisinden başka partilere çok sıcak baktığı söylenemez. Denebilir ki, İnönü çok partili hayatın Türk siyasi yaşamında hep engelleyicisi olmuş, ve değişimin dayatması ile birlikte önünü açtığı partileri de zımni ittifaklarla harcama yolunu tercih etmiştir. Bunun yönteminin de pek demokratik prosedürlere dayandığı söylenemez.
27 Mayıs’tan birkaç gün önce sarfettiği şu sözler oldukça manidardır: “Bir idare insan haklarını tanımaz ve baskı rejimi kurarsa o memlekette ihtilal kaçınılmaz olur. Bu yolda devam ederseniz, sizi ben bile kurtaramam…” Bu ifadede görüldüğü gibi, İnönü, rejimin yaşadığı sorunların çözümü olarak askeri darbeleri görmekte ve bunu kaçınılmaz bir araç olarak nitelendirmektedir.
Bütün bunların bugün konuşuluyor olmasını yadırgayanlar bilmelidir ki, Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşu itibariyle dönemin şartlarından kaynaklanan ve konuşulmayan birçok tabu artık konuşulmaktadır. Siyasi tarihçilere, bundan sonra büyük bir sorumluluk düşmektedir. Akademik platformda, bu tabuların bilimsel ilkelere uygun bir dille araştırılması ve kamuoyu ile paylaşılması, bu sorumluluğun gereğidir.”
ERTAN AYDIN
Dr. Çankaya Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi
Kaynak: 9 Mayıs 2010 Açık Görüş