EY DEVRİM SEN NELERE KADİRSİN?
Arap dünyasındaki huzursuzluk dalgası, devrimlerin neden kaçınılmaz olduğunu tekrar sorgulatıyor. Aynı zamanda da başarılı bir devrimin uzun vadede nasıl gerçekleşeceğini düşündürüyor. Kitlesel sokak eylemleri, ömrünü tüketmiş ve itibarını kaybetmiş devlet başkanlarının çekilmesini sağlayabilir; ama bu ayaklanmalara neden olan sorunlar, devrimlerle çözüme ulaşabilir mi? Asıl soru bu.
Kaynak: http://www.sitemedya.com/tempo.html
Mark Almond
Oxford’lu tarihçi, Bilkent Üniversitesi’nde konuk profesör
yiyecek ve petrol fiyatlarının yükselmesi göz önüne alındığında, ekonomik sorunların, değişimin kalbinde yer aldığı düşünülebilir. Ne var ki, protesto dalgasının kaynağı, tıpkı 1789 Fransa’sı gibi, bugünün Mısır’ında da fakir kitleler değil. Troçki’nin daha önce belirttiği gibi; yoksulluk, devrimlerin nedeni olamaz. Çünkü tarih boyunca, birçok bölge yoksulluk içinde yaşadı ve buralarda kayda değer devrimler gerçekleşmedi. Gerçek yoksullar, bir rejimi yıkacak enerjiye sahip değildir.
Öfkeyi patlatan, düşlediği iyi hayata kavuşacağına inanan orta sınıfın, yüzünü yoksulluğa çevirdiğini fark etmesidir. Hükümetin de yozlaşmış ve problemlerine karşı umursamaz olduğunu düşünmek öfkelerini artırıyor. Diğer önemli faktör, nüfusun demografik yapısı. Devrimler, gençler tarafından yapılır. Onlar dinamik ve risk almaya hazırdır. Her yıl, gençler işsizlikle yüzleştiğinde ya da donanımlarının altında işlerde çalışmak zorunda kaldığında, düş kırıklığı baş gösteriyor. Torpil, adam kayırma ya da yolsuzluk da diğer engeller olarak karşılarına çıkınca, bir kıvılcım protestoları alevlendirmeye yetiyor.
Despotik rejimler, kitleleri itaat ettirmek için yozlaşma mekanizmalarını kullanır. Rüşvet, önemli yerlere adam sokma tipi anlaşmalar, ekonomik krizlerde etkilerini kaybettiğinden, yönetenler çok önemli bir kontrol aracını kaybetmiş oluyor. Suharto, 30 yıl boyunca baskı ve adam kayırma ile Endonezya’yı yönetti; ama 1997 Doğu Asya ekonomik krizi, elinde ne var ne yoksa götürdü.
Bugün petrol zengini Arap ülkeleri bile, doğum oranının petrol oranından daha hızlı artması sorunuyla karşı karşıya. Doğum oranları 20 yıl önceye göre çok yüksek ve petrol fiyatları artıyor. Halklarının rızasını artık satın alamıyorlar. Şu anda Bahreyn Kralı’nın da öğrendiği gibi, huzuru satın alabilecek nakitleri yok. Her aileye verilen 2 bin dolarlık ‘hediye’nin protestocular tarafından ‘çok geç, çok az’ bulunarak geri çevrilmiş olması da bunu gösteriyor.
İyi zamanlarda bile tabanında geniş bir destekleyici kitlesi olmayan rejimler, kontrolleri dışındaki ekonomik faktörler onlara karşı çalışınca krizle yüzleşir. Ama bir rejimi içten ve dıştan yavaş yavaş çökertecek psikolojik ve kültürel faktörler de var. Yönetici zümre, kuşaklar boyunca sadakat biriktirebilir. Bu sadakat, bir kral daha az etkin olduğunda ya da kişisel bir skandal yaşandığında sarsılabilir. Fransız Burbonları gibi eski bir hanedan bile yolsuzluk ve ahlaksızlık söylentileriyle sarsılmıştı. Kraliçe Marie-Antoinette’in aslında hiçbir zaman “Ekmek yoksa pasta yesinler” dememiş olması önemli değil. Ekmek alamayan aç insanların kaderine ilgisiz olmasına yaygın olarak inanılması, rejimin güvenilirliğini kaybettiğinin işaretiydi.
Kim bu ‘dış güçler’?
Askeri yönetimlerini hanedanlığa çevirmeye çalışan modern diktatörler, monarşiyi reddeden ve cumhuriyetçi değerlere en azından sözde bir bağlılık gösterilmesini mecbur kılan popüler kültürün gelişimiyle karşı karşıyalar. Mübarek’in oğlu Cemal’in, Mübarek’in arkasından yönetime gelme hırsı, aile için ölümcül oldu. Belki Kaddafi’nin oğulları, babalarının Libya’daki gelecekleriyle ilgili endişelerinden pişman olacak.
Kendilerini milletin babaları olarak gören despotlar, halklarının onlara karşı olduğunu kabullenemez. Yönetime genellikle bir darbeyle geldikleri ve Makyavelci komplolarla orada kaldıkları için, sorunlarının kaynağı olarak komplocuları göstermeleri doğaldır. Tabii ki, böyle rejimler entrika ve arkadan bıçaklama durumlarını besler.
Örgütlü toplum iktidarı yener
Despotlar, kendi ülkelerinin işlerine burunlarını sokan yabancıları suçlayabilir. Elbette bu, genellikle milliyetçilik üzerine oynanan bir oyun ve durumdan hoşnut olmayan ‘ajan’ları kötülemek için planlanmış bir kurgudur. Aynı zamanda dış etkenler de kimi zaman bu durumda rol oynayabilir.
1789’a bakıldığında, başarılı bir devrim modeli diğerlerine esin kaynağı olabilmişti. İronik olarak, 16’ncı Louis, rakibi İngiltere’den bağımsızlığını kazanması için Amerika’ya yardım etmiş; fakat sonucunda, yeni ABD, sunduğu alternatif model ile Fransız mutlak monarşi karşıtlarına ilham vermişti. Temmuz 1789’daki Fransız Devrimi’nin bazı özellikleri daha önceden Amerika’da görülmüştü.
Günümüz küresel medya ağı ve aynı zamanda ucuz mobil iletişim araçları ve programlar, düşüncelerin, -dürüst olalım, aslıda daha ziyade sloganların- resimlerin ve yaşananların karşılıklı paylaşımını diktatörlükte bile mümkün kılıyor.
Mobil ağları ve interneti yasaklamak, rejimin kendini tehdit altında hissettiğini kabul etmesi anlamına geliyor. Rejimin egemenliğinin sarsıldığı düşüncesi bir kez oluştuğunda, rejim yandaşları ve görevlileri bile yönetimin korunmasına yönelik dirayetlerini sorgulamaya başlıyor.
Yeni iletişim araçları sayesinde, uluslararası aktivistler bir devrimin deneyimlerini, diğer bir mutsuz topluma aktarabiliyor. Geçmişte de haberler yayılıyordu, fakat süreç çok daha yavaş işliyordu. Haberciler ve sonradan telegraf ile bilgilendirilen hükümetler genellikle protestoculardan çok daha hızlı bilgiye ulaşabiliyorlardı. Fakat artık cep telefonları ve anında görüntüler sayesinde iyi örgütlenmiş bir topluluk, bürokratik yollardan bilgi toplayan içişleri bakanlığına göre üstünlük elde edebilir.
Devrimin anahtarı çatlaklardır
Bir rejimin içindeki çatlaklar, devrimin başarısının kilit unsuru. Platon’dan Lenin’e, farklı radikal bakış açılarına sahip devrim düşünürleri, karar alma mekanizmasının sekteye uğramasının nedenini, benzer bir yorumla açıklıyordu. Muhafazakârlar ve reformcular arasındaki çekişmenin en önemli öğesini, devrimcilerin düşebileceği bir güç boşluğu yaratılması olarak görüyorlardı.
Tedirgin hoşnutsuzlukları ayaklanmaya dönüştüren ise, var olan güçlerin yönetme iradesini kaybettiğinin hissedilmesidir. Baştaki kişi, devlet güçlerini harekete geçirmeye çalışsa da, rejimin içindeki ve dışındakiler, rejimin güçsüzlüğünü ve emir komuta zincirindeki görevlilerin isteksizliklerini hisseder.
Baskı ve taviz arasındaki kararsızlık ve gelgit, krizdeki rejimler için kaçınılmazdır. Yukarıdaki ‘sert kişi’ bocaladığında, itaat etme alışkanlıkları çabucak yok olabilir.
Kararlı güç kullanımıyla devrimler, kendi yollarında durdurulabilir. 1989 yılında, Çin Komünist Parti liderleri, Tiananmen Meydanı olaylarını bastırdı ve 3 bine yakın kişi öldürüldü. Elbette Deng Xiaoping’in, “Çin için 1 milyon büyük bir rakam değil” şeklindeki acımasız uyarısını unutmamak gerek. Albay Kaddafi, kendini eleştirenleri yıldırmaya çalıştı. Ama devrimi kanla boğmayı istemek, başarıyı garantilemez.
“Her şey yolunda” iken devrim olur mu?
En zalim diktatörün bile sıkı bir destek kitlesine ihtiyacı vardır. Makineli tüfekler ve nüfusun en az yüzde 30’unun desteğini yanına alan bir rejim, muhaliferine kafa tutabilir. Deng Xiaoping’in reformları, 1989 yılında Çin’de yüzlerce milyon insanı refaha kavuşturmuştu. Xiaoping’in sıkı önlemlerine sessizce destek verilmesinin sebebi de, yeni refahlarının kaos ortamında bozulabileceği endişesiydi.
Petrol gelirlerine rağmen, Kaddafi, sıradan Libyalıların hayatını iyileştirme yolunda çok az efor harcadı. Rejimini korumak için paralı asker satın alabildi, ancak halkının sadakatini ya da şükran duygusunu satın alamadı. Talleyrand, Napolyon’u şöyle uyarmıştı: “Süngülerle istediğini yapabilirsin, ama onun kazandırdıkları, tahtta daha uzun kalmanı sağlamaz.”
Radikal bir değişiklik getirmeden uygulanan acımasız baskı politikası, ölmeye mahkûmdur. Kanın mirası sadece daha acı ve eksiksiz bir devrimi garanti eder; tıpkı Rusya’nın 1905’teki başarısız devriminin ardından 1917’de olduğu gibi. Ne trajiktir ki, ilk etapta barışçıl ve büyük ölçüde başarılı bir devrim, uzun dönemde alınacak olumlu sonuçları garanti edemez.
Sıklıkla nüfusun büyük çoğunluğu, muhalif yönde birleşir. Bir adamın on yıllar süren yolsuzluk ve kriz ortamındaki yönetiminin ardından ilahi bir şekilde birleşmek kolaydır. Mübarek gitmeli. Ancak, işsizliği azaltma, fiyatları sabitleştirme, yolsuzlukla mücadele ve bir dizi diğer öncelik için uygulanacak politikalarda anlaşmak kolay değil.
Protestolarda farklı unsurları bir araya ge-tirmeyi başaran geniş yelpazeli hoşnutsuzluk safları, hükümetler düştükten sonra toplumda bölünmeye yol açan faktörler haline gelebilir. Toplumun her bir bölümünün kendi öncelikli hedefi vardır. Anayasal yolda nasıl devam edileceğine dair uzlaşma olmazsa, anlaşmazlıklar iç çatışmalara sebep olabilir. Ardından sokaklarda tekrar ayaklanmalar olur ve ordu müdahalesi gündeme gelir.
İlk olarak anayasal reformlara mı, yoksa ekonomik problemlere mi öncelik verileceği, tüm devrimlerin ‘yumurta-tavuk’ sorunsalıdır. Başarı, ikisini aynı anda gerektiriyor. Ancak bunun kolay olmadığını da teslim etmek zorundayız.
Devrimlerin asla başarılı olmayacağına dair konulmuş bir kural yok, ama çoğu zaman böyle olur. Yeni bir yapısal düzen kurulsa ve işlese dahi, despotun devrilişinin getirdiği coşkulu zafer anlarının yükselttiği beklentiler ve gerçek arasındaki uçurum, en iyi deyişle bile, iç karartıcı derecede derindir.