Çin Ay’a, AB süreci yaya
Çin Ay’a, AB süreci yaya
BAHADIR KALEAĞASI
07/05/2011 Radikal Gazetesi
Türkiye, Çin için çok çekici bir yatırım ülkesi olabilir.
Şanghay gökdelenleri yükseklik yarışında. Kent hızla değişiyor. Yirminci yüzyıl başının kozmopolit kentinin tarihsel veya yeni mekânlarında çoğalan 21. yüzyıl binaları, oteller, lokantalar, bankalar, Paris veya Londra’da görülemeyecek sayıda lüks marka mağazaları… Çin genelinde, Şanghay ve Pekin gibi yirmi kadar dev kent…
Tabii geri planda hâlâ önemli bir yoksulluk kütlesi var. Düşünce ve internet özgürlüğü sıkıntılı. Gıda güvenliği ve fikri haklar gibi ileri ülke standartları zayıf. Ayrıca bu kalkınma ışıltısının gerisinde bir sahicilik eksikliği insanı huzursuz kılmakta. Fakat sonuçta Çin ortalama yüzde 10 oranı ile hızla büyüyor. Nitelikli insan sermayesi genişliyor. Nüfus ise 1.4 milyar seviyesinde sabitlenmekte, yaşlanmakta.
Kişi başına düşen milli gelir düşük. Fakat toplam büyüklükte Çin artık ABD’den sonra dünyanın ikinci ekonomisi. Devlet, elindeki 3 trilyon doları aşan rezervi daha fazla iç tüketim ve kalkınmaya vakfetmekte. Ürün kalitesi artışta, ihracata bağımlılık azalmakta. Güneş ve rüzgâr enerjisi, elektrikli otomobil, hızlı tren ve savunma sanayii gibi alanlar revaçta. Bu arada Çin, 2020 yılında tamamlayacağı uzay istasyonu için geri sayıma başlıyor, Ay üssü planları yapıyor.
Çok eksenli dünyada Türkiye
Çin Ay’a giderken (en azından mecazi anlamda), Avrupa ölçeğinde bazı sorunlar anlamsızlaşıyor. Asya’daki dönüşüm tüm ülkeleri etkilemekte. E-posta, e-ticaret, sosyal medya derken 20 yıl önceki bilimkurgu filmlerinin öngöremediği bir ‘küresel iletişim toplumu’ yükseliyor. Kimyası bozulan doğa, insanlığı yeşil teknolojilerde köklü bir devrime zorluyor. Enerji mücadeleleri dünya siyasetini şekillendirmeye devam ediyor. Güvenlik ve dış politika, her ülke için ekonomik ve kültürel boyutlarıyla çok yönlü birer alan oldular. Her demokraside, siyasetçiler seçmenlerin yerel beklentileri ile uluslararası gerçeklerin dayattığı yeni atılımlar arasında bocalıyor. Demokrasi olmayan ülkelerde ise diktatörler sallantıda.
Türkiye’nin değişen dünyada önünü açacak en önemli eksen Avrupa. Türkiye hızla AB üyesi olmalı; halihazırda kendisini etkileyen kararların alındığı AB sistemine katılmalı. Dış ticaret, ürün standartları, altyapı ağları, mali piyasalar gibi birçok alanda Türkiye zaten fiilen bir Avrupa ülkesi. AB üyeliği hedefi sayesinde, Türkiye’nin dünyanın diğer ülkelerinin gözündeki cazibesi artıyor. İstikrarlı, saydam ve öngörülebilir bir ülke oluyor. Bu da ‘Türk Malı’na, yabancı sermaye çekim gücüne ve turizme olumlu yansıyor.
Aynı zamanda Yeni Delhi’den Cakarta’ya, Kahire’den Tokyo’ya her başkentte, Türkiye’nin müstakbel AB üyeliğine önem veriliyor. Simetrik olarak, Türkiye’nin de dünyanın diğer ülkeleriyle ilişkileri ne kadar derinleşirse Avrupa’daki gücü o kadar artmakta. Bu nedenle AB ile müzakere sürecinin Kıbrıs engelini aşarak ilerlemesi Türk demokrasisi ve halkın refahı için belirleyici önemde.
Dünya çok eksenli, derin dönüşümler yaşarken Türkiye-AB ilişkilerinin Kıbrıs yüzünden tıkalı kalmaya devam etmesi bir kara mizah konusu. Kıbrıs’taki limanlar, sınır çizgisi, mülkiyet sorunu, yetki paylaşımı gibi sorunlar kademeli bir süreç içinde aşılabilir. Toplam nüfusu 1 milyon küsur olan Kıbrıs’ın sorunları önemli. Fakat 22 milyon nüfuslu Şanghay’ın ekonomik ve sosyal değişim döngüsünde simgelenen yeni küresel perspektiften bakınca, orantısız bir durum söz konusu.
Kıbrıs: Çok önemli fakat orantısız sorun
Bu durum AB açısından daha vahim. Bir tarafta koskoca AB’nin, kendine en yakın önemli ülke olan Türkiye ile ilişkileri var. Türkiye’nin, Avrupa’nın demokratik değerlerinin uluslararası etkisine, küresel rekabet gücüne, enerji stratejilerine ve güvenlik politikalarına katkıları malum. Bunlar bizzat AB siyaset, ekonomi, akademi ve sivil toplum çevrelerinin vurguladığı konular. Bu kadar önemli bir çıkar kütlesinin karşısında, diğer taraftan Kıbrıs yüzünden yaşanan tıkanıklık AB’nin ortak çıkarlarına ters düşüyor.
Güney Kıbrıs yönetimi ‘yalıtılmış ada siyaseti psikolojisi’ yüzünden bu çelişkiye son veremez ise Türkiye’nin AB müzakereleri iyice yavaşlayacak. Bu durumda geçici bir B planı kaçınılmaz. Bu dönemi zaman içinde A+B senaryosuna dönüştürecek bir kazançla yönetmek için temel siyaset etkenleri şunlar olabilir:
Yeni AB stratejisi
Saygın bir demokrasi ve özgürlükler ülkesi olarak yeni küresel düzende yer almalı.
1) Müzakereler Kıbrıs yüzünden tıkansa da AB mevzuatına uyum devam etmeli.
2) AB’ye uyum sürecinde Türk halkının yaşam standartlarını yükselten alanlara öncelik verilmeli.
3) Bununla birlikte, AB’nin küresel rekabet gücüne zarar veren, dolayısıyla değiştirilmek istenen sorunlu mevzuatlar ertelenmeli.
4) AB 2020 Stratejisi kapsamındaki dijital gündem, girişimcilik, yeşil enerji ve eğitim gibi boyutlarda Türkiye, Avrupa’da ve uluslararası rekabette önde gitmeli.
5) Türkiye’nin dışlanmasının AB için sakıncalarını vurgulayacak kurguda bir dış politika çizgisi benimsenmeli.
6) Eşzamanlı olarak, Kıbrıs konusunda ‘hep çözüm üreten taraf’ konumu markalaşmalı.
7) Artık 21. yüzyıla yakışan bir uluslararası iletişim stratejisi uygulanmalı.
8) Avrupa dışındaki ülkelerle ilişkiler gerçekçi atılımlarla devam etmeli.
Yalnız Çin-Türkiye ekseni açısından bakınca bile önümüzde ciddi fırsatlar var. İlişkiler çok ilerledi. Sayısız siyasi ve ekonomik heyet geldi gitti. Ticaret, turizm ve karşılıklı yatırım artıyor. Pekin’de Büyükelçi Murat Esenli büyük bir enerji ile somut sonuçlara ulaşıyor. Şanghay’da ülkeyi bilen başarılı diplomat Deniz Eke göreve başladı. Güneyde Guangzu’da yeni bir başkonsolosluk açılacak. Ülkenin ortasında, Çengdu’da da bir Türk başkonsolosluğuna ihtiyaç var. Bu arada Çin önemli bir karar aldı. Rezervlerindeki 3 trilyon dolarlık birikimin bir kısmını yurtdışı yatırımlara yönlendirecek. Geçen hafta Pekin’deki görüşmelerimizden çıkan sonuç açık: Türkiye, Çin için çok çekici bir yatırım ülkesi olabilir. Çok eksenli yeni dünya düzeninde TÜSİAD’ın bu ülkeye yönelik stratejisini özetleyen mesajın etkisi pekişiyor: “Türkiye, Çin’e en yakın Avrupalı ülkedir ve yalnızca coğrafi açıdan değil.”