Arap isyanları ve ‘Türkiye modeli’
Ortadoğu’da er ya da geç halkların tercihleri belirleyici olacaktır. Güçler dengesi açısında bölgenin geleceği İran, Suudi Arabistan, Türkiye ve yeni Mısır’ın hem birbirleriyle hem de İsrail (bölgesel öteki) ve ABD’yle (global öteki) ilişkilerinin ortaya çıkaracağı etkileşim ve denklemlerle belirlenecektir.
Doç. Dr. BURHANETTİN DURAN / İstanbul Şehir Üniversitesi
Geride bıraktığımız 2011 yılının en önemli gelişmesi, hiç kuşkusuz, Tunus’ta Muhammed Buazizi isimli seyyar satıcının kendisini yakması ile başlayan ve tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılan Arap isyanları olmuştur. Önce Tunus ve Mısır’da daha sonra Libya ve Yemen’de yönetimlerin değişmesini beraberinde getiren bu isyan dalgası hem bölgeyi hem de Türk dış politikasını derinden etkilemiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen modern Ortadoğu, günümüze gelene kadar bazı tarihi kırılma anları yaşamıştır. Bu kırılmaların ilki İkinci Dünya Savaşı’nı takiben bölge ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanması ve İsrail’in kurulmasıdır. İkinci kırılma anı ise Mısır’ın 1978 Camp David Antlaşması’na imza koyması ve 1979’da gerçekleşen İran Devrimi’dir. Üçüncü kırılma anı Soğuk Savaş’ın bitimidir. İki kutuplu dünya dengesini bozan bu gelişme sonrasında cereyan eden Irak Savaşı (1991) bölgede Amerikan karşıtlığının yükselmesi sonucunu beraberinde getirmiş, Amerikan güçlerinin İslam topraklarındaki varlığından duyulan rahatsızlık 11 Eylül 2001 saldırılarının psikolojik temelini oluşturmuştur.
ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri Ortadoğu’da bir iktidar boşluğu yaratmış ve bu da İran ve Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu ve hareket alanını genişletmiştir. Buna ek olarak Irak’ın iç savaşa savrulmasıyla Arap Dünyası’nı temsil eden başat bir güç de kalmamıştır. ABD ve İsrail’e endeksli dış politikası sebebiyle Arap sokaklarında itibarı kalmayan Mübarek rejimi ise uyguladığı başarısız ekonomik liberalleşme politikasının ürettiği adaletsizliklerin yükü altında ezilmiştir. Arap isyanlarının sloganlarının “Ekmek, Onur ve Hürriyet” olması tesadüfi değildir. “Halk İstiyor” ve “Düzen Yıkılsın” talepleri böylece bölgenin kaderini geriye dönülemeyecek şekilde değiştirmiştir.
Yeni Ortadoğu’da güç dengeleri
Arap isyanlarının domino etkisiyle bir demokratikleşme dalgası yaratmadığını, daha da önemlisi tekil bir süreç olmadığını artık biliyoruz. Her ülke kendi özgün tecrübesini yaşamaktadır. Mısır’da ordunun vesayet yönetimini devam ettirmek istemesi ve muhalefet grupları arasındaki gerginlik demokratikleşmenin ne kadar sancılı bir süreç olduğunu göstermektedir. Ancak kesin olan bir şey varsa o da yeni Ortadoğu’da er ya da geç halkların tercihlerinin belirleyici olacağıdır. Güçler dengesi açısında bölgenin geleceği İran, Suudi Arabistan, Türkiye ve yeni Mısır’ın hem birbirleriyle hem de İsrail (bölgesel öteki) ve ABD’yle (global öteki) ilişkilerinin ortaya çıkaracağı etkileşim ve denklemlerle belirlenecektir. ABD ve İsrail karşıtlığı temelinde bölge statükosunun radikal bir değişimini hedefleyen ancak kendisi de reform baskısı altında olan İran, Şiilik merkezli ve kutuplaştırıcı bir siyaset tarzı yürütmektedir. İran, Irak’taki ABD İşgali’nin dolaylı sonuçlarından beslenerek başta eski düşmanı Irak olmak üzere Şii nüfusun yoğun olduğu ülkelerde gücünü ve nüfuzunu pekiştirmiştir. Bahreyn olaylarına müdahale ederek Körfez ülkelerinde demokratikleşmenin önünde statükonun kalesi olduğunu ispatlayan Suudi Arabistan ise Sünnilik merkezli ve kutuplaştırıcı bir siyaset yürütmektedir. Şii ve Vahhabi İslamı’nın temsilcisi konumundaki bu ülke de bölge siyasetini güvenlikleştirmekte ve çatışma potansiyelleri temelinde ABD gibi bölge dışı aktörlerin müdahalesini kolaylaştırmaktadır.
Ekonomik entegrasyon dönemi
Türkiye ise ekonomik entegrasyon ve diplomatik uzlaşma ile bölgesel sorunları çözmeye çalışan, kutuplaşmayı ve mezhep temelli dışlamacılığı reddeden bir siyaset tarzını tercih etmektedir. Demokratikleşme ve istikrar arasında bir denge oluşturarak bölgesel düzenin yeniden kurulabileceğine inanan Türkiye, İran ve Suudi Arabistan kutuplaşmasının dışında bir hat oluşturmaktadır. Arap Dünyası’nın lider ülkesi Mısır’ın tercih edeceği dış politika yeni bölgesel düzenin kritik bir unsuru olacaktır ve muhtemelen Türkiye’nin siyaset tarzı ile buluşacaktır.
Arap isyanlarının orta ve uzun vadede en büyük kaybedeni olan İsrail, Filistin konusunda ABD desteğine rağmen eskisi kadar rahat olamayacaktır. Halklarının taleplerine daha hassas davranmak zorunda kalacak yeni Arap yönetimleri, Türkiye’ye benzer şekilde İsrail’i uluslararası düzlemde yalnızlaştıracaklardır.
Ortadoğu’da yaşanan son kırılma geçtiğimiz on yılda köklü bir dönüşüme uğrayan Türkiye’nin de gündemini belirlemektedir.
2010 yılında Batı başkentlerinin Türkiye gündemi eksen kayması tartışması ile belirlenmiştir. Eksen kayması tartışması AK Parti döneminde Türkiye’nin uyguladığı yeni dış politika ile Batılı müttefiklerinden uzaklaştığı ve bölgedeki yeni aktivizmi ile Ortadoğululaştığı iddiası etrafında şekillenmektedir. Bu tartışma birkaç alt argümanı içinde barındırmaktadır: Batı ittifakından uzaklaşmak, Türkiye’nin gittikçe otoriterleşmesi (sivil dikta, Putincilik, De Gaullecülük), iç siyasetin muhafazakârlaşması, dış politikanın İslamlaşması ve bu çerçevede Türkiye’nin İran ya da Malezya, hatta Pakistan modellerine savrulması.
Ne var ki, 2011 yılında bu söylem değişmiştir. Arap isyanlarının yaşandığı 2011 yılında ise eksen tartışması terkedilerek Türkiye tecrübesinin Arap dünyasına model/ilham kaynağı olduğu sıklıkla ifade edilmiştir. Türkiye’nin son yılda gerçekleştirdiği dönüşümün pratik sonuçları yüksek ekonomik performans, aktif ve iddialı dış politika ve etkin siyasi liderlik olarak tezahür etmiştir. Batı dünyası ile yakın ittifak ilişkilerini devam ettiren ancak aynı zamanda yeni bir uluslararası ve bölgesel düzenin kurulması gerektiğini seslendiren ve bunun için de politika ve öneriler üreten Türkiye’nin bu başarısı ilgi çekmektedir. Özellikle Arap isyanlarının nereye evrileceği ve önü açılan İslamcı hareketlerin iktidara gelmeleri durumunda nasıl bir yönetim sergileyecekleri sorusuna aranan cevap gözleri Türkiye tecrübesine çevirmiştir. Bu tecrübe birçok ülkede farklı kesimlere aynı anda sembolik anlamda bir meşruiyet kazandırma fonksiyonu üstlenmektedir. Özellikle siyasal muhayyilenin oluşması açısından Taliban ya da İran tecrübelerinin tam karşısında pozitif bir örnek olarak konumlandırılmaktadır.
Bu noktada öncelikle farkedilmesi gereken şey, ilham alınan Türk modernleşmesinin genel performansı ile AK Parti tecrübesinin hem iç içe geçtiği hem de ayrıştığıdır. Türkiye’yi model olarak görenler bazen Türk modernleşmesinin laik kazanımlarına bazen de İslami hareketinin yaşadığı dönüşüme işaret etmektedir. Hatta sadece AK Parti tecrübesine bakan İslami gruplar için bile bu tecrübe farklı şeyleri temsil etmektedir. Nahda ve Müslüman Kardeşler gibi İslamcı hareketler nezdinde, İslamcı bir geçmişe sahip siyasetçilerin iktidarı demokratik yollarla nasıl ele geçirdiği, iktidarını perçinlediği ve güçlü bir liderliğe dönüştürdüğü önem kazanmaktadır.
İslam dünyasındaki liberal/laik unsurlar içinse Türk modernleşmesinin İslami eğilimli siyaseti/talepleri laik düzen içine dahil edebilmesi, seküler yaşam çeşitliliği ve zenginliği dikkat çekmektedir. Hatta İslamcı hareketlerin tedip edilerek şeriat düzeni arayışlarının sonlandırılmış olması önemli bir başarı olarak görülmektedir. Halklar nezdinde ise ekonomik kalkınma, refah, gündelik hayatın canlılığı (TV dizilerinden turizm imkanlarına kadar) ve Başbakan Erdoğan’ın etkin siyasal liderliği ilgi çekmektedir. İsrail zulmüne ve dünya düzeninin adalet sorununa işaret eden Erdoğan’ın siyasal mesajları bu ilgiyi toplamada belirleyici olmaktadır.
‘Sıfır sorun’ neler sağladı
Türkiye’nin tarihi ve uluslararası konumunu medeniyet perspektifiyle tanımlayan AK Parti dış politika yapıcıları milli güvenliği ve ülkenin jeo-politiğini yeniden yorumlamışlardır. Dış politikadaki aktivizm ve komşu ülkelerle sıfır sorun politikası Soğuk Savaş’ın bitmesinin getirdiği yeni jeopolitik gerçekliklere uyma zorunluluğu olarak sunulmuştur.
Bölgesel düzen kurma iddiasındaki Türkiye’nin Arap isyanlarında aldığı tavır Mısır ve Tunus örneklerinde alkışlanırken Libya ve Suriye’de eleştiri almıştır. İsyanlar Libya ve Suriye duraklarına geldiğinde Türkiye otoriter yönetimlerle kurduğu yakın ilişkiyi onları reform yapmaya ikna etmek için kullanmıştır. Bunun başlıca iki hedefi vardı: dış müdahaleyi engellemek ve iç savaşın getireceği yıkımdan korunmak. Her iki ülkedeki otoriter yönetim şahsi dostluklara rağmen reforma ikna edilememiştir.
Libya’da ilk başta NATO müdahalesini yabancı müdahale olarak gören Türkiye, Fransa’nın tek başına inisiyatif alması üzerine NATO şemsiyesini kabullenerek sürece aktif katılım sağlamıştır. Suriye örneğinde ise 5-6 aylık bir ikna çabası sonunda Beşar Esed’in reform yapmayacağı netleşmiştir. Yeni politika ise Arap Birliği ile koordineli olarak muhalefetin örgütlenmesine destek verilmesi, ekonomik yaptırımlar uygulanması ve bu sayede rejiminin yıkılmasıdır.
ABD sonrası Ortadoğu ve Irak
Türkiye’nin Suriye’yi reforma ikna edememesi de ekonomik yaptırım uygulaması da “komşularla sıfır sorun” politikasının çöküşü olarak nitelenmiştir. NATO Füze radar sisteminin Malatya’da kurulmasının kabul edilmesi ve Suriye’ye sert yaptırımlar İran’la ilişkilerde de yeni sorunlar/gerilimler demektir.
Irak’ta Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin yurtdışına çıkmasının yasaklanması ve terörü desteklediğinin öne sürülmesi ve Bağdat’ta 16 ayrı patlamada 69 kişinin öldürülmesi ABD bayrağının indirilmesinin hemen ertesinde ülkede Sünni-Şii iktidar mücadelesinin artacağını göstermektedir. Irak’ta Sünni grupları desteklediği için Irak Başbakanı Maliki tarafından iç işlerine karışmakla suçlanan Türkiye, bu ülkede İran ile nüfuz mücadelesine devam edecektir. Güney Kıbrıs ile Akdeniz’de petrol arama gerilimi ve uzak komşu İsrail’le ikinci katip seviyesindaki gerilimli ilişkiler de bu fotoğrafa eklenmelidir.
Türkiye komşularla sıfır sorun istese de komşularda sorun bitmemektedir. Ortadoğu’daki yeni güç dengesi ve Türkiye’nin komşularında ortaya çıkan yeni sorunlar, “sıfır sorun” politikasının yeni kavramlaştırmalarla ve enstrümanlarla desteklenmesi gerektiğini düşündürmektedir.
Türkiye’nin işbirliği, diplomasi ve ekonomik entegrasyon ilkeleri temelinde oluşturduğu bölgesel vizyon Esad yönetimine yönelik politika ile sınavdan geçmektedir. Türk dış politikasında daha önce olmayan bir prensip olarak demokrasi promosyonu gündemdedir. Hegemon bir aktör olarak ABD’nin başaramadığı hedefi kendi içinde demokrasiyi pekiştirme sorunları olan bir ülkenin başarabilmesi ve bunu dış politika prensibi haline getirmesi ne ölçüde mümkündür? ABD ve İsrail’in zayıflatılmış bir Esad rejimini tercih etmesi durumunda Türkiye’nin bu komşusu ile ilişkilerini toparlaması mümkün müdür? Bu soruların cevabını 2012 yılında alacağız.
2 Ocak 2012 Star Gazitesi Açık Görüş