9. KONU: Atatürk Dönemi Türkiye’nin Dış Politikası II
ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI II (1930-1938)
Türkiye bu dönemde Almanya ve İtalya’nın yayılmacı politikaları karşısında Mustafa Kemal’in “Yurtta Barış Dünya’da Barış” ilkesinin gereği olarak bir taraftan bölgesel ve uluslar arası katkıda bulunmak diğer taraftan Boğazlar ve Hatay gibi sorunlarını uluslar arası kurumlarda çözmek üzere bir dış politika yürütmüştür.
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Üye Olması 1932
Birinci Dünya savaşının sonucunda galip çıkan büyük devletlerin önderliğiyle uluslararası barışın sağlanması ve korunması, yeni savaşların önlenmesi, uyuşmazlıkların barışçıl yollardan çözülmesi amacıyla milletler cemiyeti kurulmuştur.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya savaşında yenilgiye uğradığı için Türkiye Milletler Cemiyetinin asli üyeleri arasına alınmamıştır. Ancak Birinci Dünya Savaşını sona erdiren Versailles Barış Anlaşmasından kısa bir süre sonra uluslar arası ilişkilerde oluşan değişmeler sonucunda savaşta yenilen devletler de kurulan Cemiyete üye olarak alınmaya başlanmıştır. Türkiye barışa dayalı olarak kurulan bu cemiyete er geç katılacaktır. Mustafa Kemal 1 Mart 1924 tarihinde “Biz Milletler Cemiyetinin güçlülerin baskı aracı olmayarak, uluslar arası uyum ve dengeyi sağlama, anlaşmazlıkları hak ve adalet içinde incelemeye ve çözümlemeye yardımcı olacak bir kuruluş şeklinde olmasını ve gelişmesini diliyoruz” diyerek cemiyete üyeliği olumlu bakmıştır. Ancak hem Musul sorununun çözümünde Cemiyetin İngiltere’den yana karar alması hem de cemiyeti karşı olduğu bilinen Sovyet Rusya ile olan iyi ilişkilerin bozulması istenmediği için doğrudan üyelik başvurusu yapılmamıştır.
Fakat daha sonraki yıllarda Mustafa Kemal, Türkiye’nin kurula üyeliğinin Milletler Cemiyetine bizzat kendisinin başvurması yoluyla değil ancak Milletler Cemiyetinin Türkiye’yi üyeliğe davet etmesi yoluyla mümkün olabileceğini söylemiştir.
Bunun üzerine Milletler Cemiyeti Genel Kurulu 6 Temmuz 1932’de İspanya temsilcisinin önerisi ve Yunanistan temsilcisinin de desteğiyle Türkiye’nin kurula davetini öngören bir karar tasarısını kabul etti.
Türkiye, 18 Temmuz 1932’de Büyük Millet Meclisinde yapılan oylamada oybirliğiyle Milletler Cemiyetine üye olmuştur. Türkiye’nin Milletler Cemiyetindeki ilk temsilcisi Cemal Hüsnü Taray olmuştur. Türkiye’nin Cemiyete üye olmasındaki amacı Almanya ve İtalya’nın yayılmacı politikası karşısında “Yurtta Barış Dünya’da Barış” ilkesi gereği Dünya barışına katkıda bulunmak ve uluslar arasındaki saygınlığını kabul ettirmektir. Türkiye’nin bu cemiyete üye olması 1936 yılındaki Boğazlar sorununu istediği şekilde çözmesine yardımcı olmuştur.
Balkan Antantı 1934
İtalya ve Almanya’nın Balkanlar’da revisyonist (Birinci Dünya savaşı sonrası statükoyu değiştirme yanlısı) bir yönelmesi Balkanların küçük devletlerini işbirliği arayışına yöneltti. Bu arayışı Türkiye’nin 1926 yılında Romanya’ya yaptığı Balkan Paktı önerisiyle başlamışsa da Balkan devletlerinin birbirlerine karşı olan güvensizlikleri; Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadele sorunu; Arnavutluk ve Birinci Dünya Savaşından ağır kayıplarla çıkan Bulgaristan’ın 1927’den itibaren mevcut statükoyu değiştirmek istemesi gibi nedenlerle başarılı olamadı.
Ancak 1930 yılında Türk-Yunan nüfus anlaşmazlığının çözümlenmesinden sonra meydana gelen yakınlaşma sonrası bir işbirliği havası doğmuş ve Balkan devletleri arasında “Balkan Birliği” fikri tekrar gündeme gelmiştir. Nitekim ilk Balkan konferansı Ekim 1930’da Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan arasında Atina’da toplanmıştır. Konferansta her yıl dışişleri bakanlığı düzeyinde toplantılar yapılması; savaşları yasaklayan, anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözen, bir saldırı karşısında karşılıklı yardımlaşmayı öngören bir işbirliğin yapılması; ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yakınlaşmayı sağlayacak bir daimi örgütün kurulması konularında fikir birliğine varılmıştır.
1930-1933 yılları arasında Bulgaristan’ın da katıldığı Balkan Konferanslarında yeni fikirlerin ortaya atılması ve karşılıklı anlayışın yaratılması konularında bazı gelişmeler sağlanmışsa da, İtalya’nın baskıları sonunda Arnavutluk ve Bulgaristan delegeleri konferanstan çekilince bölgesel bir pakt oluşamamıştır. Çünkü bu dönemde Bulgaristan revizyonist bir politika izlemektedir. Komşularından toprak istekleri vardır ve bu isteklerini azınlık haklarının korunması ilkesi arkasına saklanarak elde etmeye çalışmaktadır.
1933 yılında Almanya ve İtalya’daki faşist yönetimlerin güçlenmesi, bu iki devletin silahlanmacı, saldırgan ve yayılmacı politikalarına hız vermeleri Türkiye ile Balkan devletlerini yeniden harekete geçirmiştir.
14 Eylül 1933’te Türkiye ile Yunanistan arasında Samimi Anlaşma Paktı,
17 Ekim 1933’te Türkiye ile Romanya arasında Dostluk, Saldırmazlık, Hakem ve Uzlaşma Anlaşması,
17 Kasım 1933’te Türkiye ile Yugoslavya arasında Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması imzalanmıştır.
9 Şubat 1934’te de Türkiye ile Yunanistan, Romanya, Yugoslavya’nın bir araya gelmesiyle Balkan Antantı ortaya çıkmıştır. Bu Antant ile taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin sınırlarını güvence altına almayı ve Balkanlardaki her türlü girişim için birbirlerine danışmayı kabul etmişlerdir. Yine anlaşmaya göre dört devletten biri, Balkanlı olmayan bir devletçe saldırıya uğrarsa, diğer taraflar hemen savaşa katılacaklardır. Balkan Antantı kısa süreliğine de olsa barış ve işbirliğine dayalı bir ortam yaratmışsa da katılımcı devletler Sovyet Rusya, İtalya ve Almanya gibi büyük devletlerle karşı karşıya gelmek istemedikleri için Antantı yaşatma gayreti için girmemişler ve Antant İkinci Dünya Savaşının çıkmasıyla resmen dağılmıştır. Buna rağmen Balkan Antantı, Türkiye’nin dış politikasında bölgede barış ve güvenliğe ne kadar önem verdiğini göstermesi bakımından dikkat çekici bir anlaşmadır.
Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi 1936
Lozan Konferansında tespit edilen Boğazlar Statüsünün yabancı gemilerin
geçişi ile ilgili hükümleri Misak-ı Milli esaslarına uygun olmakla birlikte, Boğazların silahtan arındırılması, yani silahsızlandırılması Türkiye’nin güvenliği açısından sakıncalar doğuruyordu. Bu bölgenin güvenliği Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altındaydı. Ancak 1930’lu yıllarda ortaya çıkan çeşitli olaylar Cemiyetin güvencesinin pek etkili olmadığını göstermişti. İtalya, Habeşistan’ı işgal etmiş, Almanya Ren Bölgesini silahlandırmış, Avusturya ise zorunlu askerliği yeniden başlatmıştı. Cemiyet bu gelişmeler karşısında bir şey yapamamıştı. Bu durumda Türkiye, Boğazların durumunun, değişen dünya şartları ışığında yeniden görüşülmesini istedi. Bu sıralarda Batı kamuoyunda Türkiye’nin gerek bölgesinde komşuları ile barışı sağlamak üzere kurduğu ittifaklar ve güvenlik anlaşmaları yapması, gerekse uluslararası platformda yapıcı ve aktif rol üstlenerek dünya barışına katkı yapan tavrı ile Almanya ve İtalya örneğini takip etmemesi, problemlerini Avrupalı devletler ile görüşmeler yoluyla ve onları şartların değiştiğine ikna ederek sonuç alma tavrı takdir ediliyordu.
Türkiye bu isteğini ilk defa 1933’te Londra’daki silahsızlanma konferansında dile getirdi. 1934 yılında Balkanlarda Yugoslavya-Bulgaristan yakınlaşması ve aynı yıl Faşist lider Mussolini’nin, İtalya’nın Asya ve Afrika’daki emellerini dile getirmesi, Almanya’nın istilacı emellerini açığa vurması, Japonya’nın Mançurya’ya saldırması gibi gelişmeler üzerine Türkiye bu isteğini çeşitli vesilelerle tekrarlamaya devam etti. Ancak bu istek 1936’ya kadar büyük devletlerce olumlu karşılanmadı. Atatürk’ün 1936’da, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a, Boğazlar Meselesini çözümlemek için durumu uygun gördüğünü söylemesi üzerine, Türk dışişleri harekete geçerek, 11 Nisan 1936 tarihinde Lozan Anlaşmasına taraf olan devletlere birer nota göndererek “Avrupa’daki buhranların 1923 Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazların güvenliği için ortak garantiyi işleyemez hale getirip ortadan kaldırdığını” belirtmiş ve Boğazlar sözleşmenin değiştirilmesini istemiştir. Sovyetler Birliği başından beri Türk tezini desteklemişti, İngiltere de nota’ya uygun cevap verince, aslında bu gelişmeden hoşnut olmayan Fransa da gelişmeyi olumlu karşılamak zorunda kaldı. Boğazlar rejimini değiştirecek olan konferans, 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö şehrinde toplandı. Türkiye, Boğazlar bölgesini silahlandırmak ve buralarda askeri kuvvet bulundurmak, Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmasını istiyordu. Bu esaslar dahilinde Türkiye, ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçiş serbestliğini bazı şartlar altında kabul ediyordu. Savaş zamanında, Türkiye tarafsız olduğu takdirde bu kayıtlar altında savaş gemileri Boğazlardan geçebilecekti. Türkiye savaşta olduğu takdirde savaş gemilerinin geçişi Türkiye’nin müsaadesine tabi tutulacaktı. 20 Temmuz 1936 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme ile Türkiye’nin boğazlar üzerindeki egemenliği ve denetimi artmıştır. Sözleşme 20 yıl süreli idi. Ancak, taraflardan hiçbiri sözleşmenin feshedilmesi için talepte bulunmadığından hala yürürlüktedir.
İlk başlarda sözleşmeye karşı çıkan tek devlet olan İtalya da 1938’de sözleşmeye katılmıştır. Bu sözleşme, iki dünya savaşı arasında Türkiye’nin başta Atatürk olmak üzere Türk yöneticilerinin önemli bir başarısıdır. Türk yöneticileri bu başarıyı sorunu zamanında gündeme getirme, kararlılıkla savunma ve sabırla takip etme sayesinde elde etmişlerdir. Yine bu sözleşme Türkiye’nin stratejik öneminin artmasına ve Türk-İngiliz yakınlaşmasının hızlanmasına da ortam hazırlamıştır.
Günümüzde boğazlardan yapılan taşımacılıkta taşınan maddelerin mahiyetinin değişmesi ve tonajının artması, nükleer ve tehlikeli madde taşımacılığının yapılması, yabancı gemilerin kılavuz kaptan almadan seyretmesi sonucu meydana gelen kazalar boğazların her iki yakasındaki yerleşim yerlerindeki can ve mal güvenliğini tehlikeye düşürecek hale getirmiştir. Bunun için Atatürk dönemindeki dış politik ilkelere bağlı kılmak suretiyle yeniden bir düzenlemeli ve isteğe bağlı olan kılavuzluk hizmetinin özellikle şehirlerin güvenliği için zorunlu hale getirilmelidir.
Sâdâbat Paktı 1937
İtalya’nın Habeşistan’ı işgali Doğu Akdeniz’de İtalyan tehdidini ortaya çıkarırken, Asya’da bazı hedeflere yöneldiğini belirtmesi de Türkiye’yi bir yandan İngiltere’ye bağlanmaya götürmüş, öte yandan Ortadoğu devletleriyle işbirliği yapmak ve bazı savunma tedbirleri almak zorunda bırakmıştır. Bu sırada var olan Türkiye’deki ayaklanmanın (Dersim) önlenmesi için Güneydoğu ve doğu sınırlarının güvence altına alınması da önem arz ediyordu.
Daha İtalyan-Habeş anlaşmazlığının başında, İtalya’nın bölgedeki yayılmacı
emellerine karşı tedbirler almak ihtiyacını duyan Ortadoğu devletlerinden İran’ın teşebbüsü üzerine Cenevre’de 2 Ekim 1935’de Türkiye, İran ve Irak arasında üçlü bir anlaşma parafe edilmişti. Türkiye tarafından hararetle desteklenen bu anlaşmayı uygulama alanına sokabilmek hemen mümkün olmadı. Ancak, İran ile Irak arasındaki sınır anlaşmazlığı ve Türkiye ile İran arasındaki hudut meseleleri halledildikten sonra bu mümkün olabildi. Zorlama tedbirleri konusunda İtalya’nın aldığı sert tutum ve Habeşistan’ın istilasının gerçekleşmesi bu devletleri birbirine yaklaştıran önemli bir unsur olmuştur. 1937 yılında İran ile Türkiye arasında çeşitli konularda işbirliğini amaçlayan anlaşmaların imzalanmasından sonra Ortadoğu’da Türkiye’nin faaliyetleri arttı. 7 Nisan 1937’de Mısır ile bir Dostluk Anlaşması imzalandı. Nihayet İran ile Irak arasında sınır anlaşmazlıkları Türkiye’nin gayretiyle ortadan kalktı. Bu arada Afganistan da anlaşmaya katılacağını bildirince, 8 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabad Sarayında Türkiye-İran-Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı adını alan anlaşma imzalandı. 5 yıl süreyle imzalanan bu anlaşmayla taraflar; Milletler Cemiyeti ve Briand- Kellog Paktına bağlı kalmayı, birbirlerinin içişlerine karışmamayı, ortak sınırlara saygı göstermeyi, birbirlerine karşı herhangi bir saldırıya girişmemeyi taahhüt ediyorlardı. Böylece Türkiye Batıdan sonra Doğuda da bir güvenlik sistemi kurmuş ve kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış politikasını kuvvetlendirmiştir.
Hatay Sorunu 1936-39
Türkler nüfusun çoğunluğunu teşkil ettikleri Sancak bölgesi Misak-ı Milli hudutları içinde idi. Ancak 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması ile Sancak yani Hatay ve İskenderun Fransız “Manda” yönetimine bırakılmış ancak Bölge Türklerine muhtariyet ve kültürel bakımdan ayrıcalık kazandırılmıştı. Suriye’nin Fransız mandası altına girmesinden sonra da Sancağın bu statüsü sürdü. Suriye’deki Fransız mandasının kaldırılması için Fransa ile Suriye arasında 9 Eylül 1936’da bir antlaşma yapıldı. Bu anlaşmada, Sancağın kaderi de Suriye hükümetine bırakılıyordu ve Suriye Sancak’la ilgili tüm sorumlulukları Fransa’dan devralıyordu. Şüphesiz bu yeni durum hem Sancak’ta yaşayan Türkleri, hem de Türkiye Cumhuriyetini rahatsız etmişti. Bu durum karşısında Türkiye’nin Sancağı Suriye’ye terk etmemek hususundaki kararlılığı bizzat Atatürk tarafından dile getirilmişti. Türk hükümeti 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği bir nota ile bu durumu protesto etti. Türkiye, Fransa’dan Suriye ve Lübnan’a tanınan bağımsızlığın ayrı bir bölge olan İskenderun Sancağı’na da tanınmasını istedi. Fransız hükümetinin 10 Kasım’da verdiği cevabi notada Türk görüşünün kabul edilemeyeceği bildiriliyordu. Türkiye’nin bu meselenin halledilmesi konusundaki ısrarı üzerine, Sancak meselesinin Milletler Cemiyeti’ne götürülmesi kararlaştırıldı. Konu 14-16 Aralık 1936 tarihleri arasında görüşüldü ve İsveç Temsilcisi Sandler raportör olarak tayin edildi. Sandler, hazırladığı raporda Sancak Meselesinin çözümü için bir Komisyon kurulmasını teklif etti ve bu teklif kabul edildi. İngiltere’nin Akdeniz dengesi açısından önemli iki ülkenin arasının açılmasını istemeyişi, Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi ve Türkiye’nin sorunu barış yolu ile halletmesini onaylaması sebebiyle aracılık etmesi üzerine Milletler Cemiyeti Sancak ile ilgili 26 Ocak 1937’de özel bir statüyü kabul etti. Buna göre İskenderun ve Antakya içişlerinde bağımsız, fakat Suriye ile gümrük birliği halinde olan bir statüye kavuşturuluyor ve bir Anayasa ile idare edilen “ayrı bir varlık” teşkil ediyordu. Yine bu statüye göre İskenderun Sancağı Atatürk’ün verdiği Hatay adını almış ve bazı şartlar altında Suriye Hükümeti tarafından idare edilmiştir. Türkçe resmi dil olacaktı. Bundan sonra 29 Mayıs 1937’de Sancak’ın milli bütünlüğünü teminat altına alan ve Türkiye-Suriye sınırını tespit eden bir anlaşma yapıldı. Ancak Sancak’ın bu yeni statüsü uygulanırken bazı sorunlar çıktı. Sancak’ta seçimlerin yapılması sırasında bazı haksızlıkların ortaya çıkması üzerine Türkiye duruma müdahale ederek, seçim sisteminin düzeltilmesini istedi. Ocak 1938’de seçim sistemi değiştirildi. Bu sıralarda Avrupa’da savaş tehlikesi gittikçe daha belirgin bir hale geliyordu. Fransa, Ortadoğu’da güçlü bir devlet olan Türkiye’ye yanaşmak zorunda kalmıştı. 3 Temmuz 1938’de Sancak’ta sükunet ve asayişi sağlamak üzere 6.000 kişilik bir kuvvet kurulması ve bunun 1000’inin Sancak’tan, geri kalanın Türkiye ve Fransa tarafından sağlanması kararlaştırıldı. Anlaşmadan iki gün sonra Türk kuvvetleri Hatay’a girdi. Ağustos’ta yapılan seçimler sonucunda 40 Milletvekilliğinin 22’sini Türkler kazandı. Bütün mebuslar Meclis’te Türkçe yemin ederek göreve başladılar. Meclis Sancağa Türkçe adıyla Hatay Devleti adını verdi. Eylül 1938’de kurulan Hatay Devleti bir yıl kadar bağımsız kaldıktan sonra 30 Haziran 1939’da son toplantısını yapan Hatay Meclisi, oybirliğiyle Anavatan’a katılma kararı aldı.
Okt. Sadık CAN
14 Mart 2010
Konu ile ilgili aramalar:
- atatürk döneminde üye olunan uluslararası kuruluşlar
- atatürk dönemi iç olaylar ve dış politika ders notları
- londra silahsizlanma konferansi
- atatürk döneminde üye olunan kuruluşlar
- boğazlar sorunu ve günümüze kadar olan gelişimi
- atatürk dönemi üye olunan kuruluşlar
- türkiye dünya barışına katkıda bulunmak için hangi kuruluşlara üye olmuştur
- atatürk dönemi türk dış politikası
- atatürk döneminde türkiye\nin üye olduğu kuruluşlar
- Atatürk zamanında üye olunan kuruluşlar
çok uzun beeeeeeeeeeeeeeeeeeee
idare et ne yapalım
hocam bunlara çalışırsak inş geçeriz : )
Türkiye, kuruluşunun ilk yıllarında Milletler Cemiyetine üye olma konusunda mesafeli durmasının sebepleri nelerdir?
Montrö Boğazlar sözleşmesinin Türkiye açısından önemi nedir?