14.KONU: İç Siyasal Gelişmeler
1960-1980 yılları arası dönem Türk siyasal hayatında askeri darbelerin; darbe girişimlerinin; koalisyon hükümetlerinin; anti-amerikanizmin; tüm dünyada olduğu gibi Türkiy’de de sol’un yükselişe geçtiği; bu yükselişin önemli ölçüde 12 mart muhtırasıyla gelen ara rejimde önlendiği; sağ-sol çatışmaların; siyasi, yoplumsal, ekonomik vb. istikrarsızlıkların yaşandığı bir dönem olarak Türk siyasi hayatında yerini almıştır.
1960’tan 12 Eylül 1980 Darbesine Kadar Türk Siyasal Hayatı
Cumhuriyetin ilanından 1960’lara kadar geçen 37 yılda Türkiye pek çok önemli olaylara şahit olmuştu. 1924 yılında hepsi Milli Mücadelenin çok önemli kişilerinden oluşan asker-sivil bir grup tarafından adında Cumhuriyet kelimesi geçen ilk siyasal parti, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” kuruldu (Halk Fırkası bu adla bir partinin kurulacağını öğrenince adına Cumhuriyet kelimesini eklemişti). 1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanı ardından kısa ömürlü bu parti kapatıldı, 1930 yılında Atatürk’ün isteği üzerine kurulan fakat yalnızca üç ay yaşayabilen ikinci çok partili hayat denemesi, Serbest Fırka olayı yaşandı. 1930’da Menemen hadiseleri oldu. 1939’dan itibaren giderek II. Dünya Savaşı sınırlarımıza dayandı. Bütün bu olaylar 1925′ den 1945′ e kadar süren dönemin Takrir-i Sükûn (sıkıyönetim) uygulaması ile geçmesine yol açmıştı. Son asırda yetişen en büyük Türk devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938’de genç yaşta ölümü, hele savaşın bu kadar yaklaştığı bir ortamda, Türkiye için çok büyük bir kayıp oldu.
Sovyet Rusya’nın da içinde bulunduğu İngiltere ve ABD cephesinin zaferi ile biten II. Dünya Savaşı’na Türkiye fiilen dahil olmamış, fakat savaş yıllan boyunca seferberlik halinde kalmış, Türk halkı savaşın hemen hemen bütün sosyo-ekonomik yıkıntılarını yaşamıştı. Açlık, sefalet, hastalık (özellikle verem), çalışma koşullarının ağırlığı, düşük ücretler, karaborsacılık ve vurgunculuk bu yıkımlardan sadece bazıları olmuştu. Atom bombasının ilk kez kullanıldığı bu savaşta askeri teknolojide müthiş atılımlar sergilenmişti. Buna karşılık aynı savaş, insan unsuruna dayanan Türk ordusunun gerek teknolojik, gerekse lojistik açıdan içinde bulunduğu durumun vahametini de gören gözlere sunuyordu. Emekli general Haydar Sükan’ın ifadesiyle mesela 1898 model piyade mavzeri kullanan bu ordu, askerinin beslenmesini bile yeterince sağlayamıyordu. Hala en yaygın taşıma unsuru olarak kullanıl makta olan at, katır ve deve gibi hayvanların açlıktan birbirlerinin kuyruklarını yediklerine şahit olunuyordu.
İşte Türkiye’nin içinde bulunduğu gerek askeri, gerekse sosyo-ekonomik koşullar, yöneticilerin dış dünyadaki gelişmeleri son derecede kaygı ile izlemesine yol açmıştı. Savaşı kazanan taraf olarak Yalta Konferansına katılan Stalin’in 1921 Moskova Anlaşması’nı yenilemeye yanaşmayıp, bazı koşullar ileri sürmesi dünyada yalnız kalma korkusuna kapılan Türk yönetici sınıfını daha da telaşlandırdı. İsmet İnönü liderliğindeki Türkiye, o zamana kadar yürüttüğü dengeli politikayı bırakarak, batılı devletlerin saflarında daha sıkı bir şekilde yer almak için gayret sarf etti. Bunun sonucu olarak, Türkiye savaşın resmen bitimine iki ay kala, yani 23 Şubat 1945′ de Almanya ve müttefiklerine savaş ilan etti. Böylece yapılacak San Francisco konferansına katılma, Milletler Cemiyetinde ve galip cephe ile birlikte yeni dünya düzeni içinde yer alma çabasına girişti. Aynı yöneticiler Marshall yardımından pay alabilmek için de yoğun müracaatlarda bulundu.
Fakat bu girişimlere karşılık, savaş sonrası tek parti rejimlerinin yenilgiye uğradığı bir ortamda, Türkiye’ye yeni dünya düzenin bazı koşulları olduğu bildiriliyordu. Bunların başında çok partili sistem, serbest ve demokratik seçimler, kamu hayatının normal ve özgürlükçü bir düzen içinde yürütülmesi vb. şartlar geliyordu. Türkiye Birleşmiş milletler Anayasasını kabul etmekle zaten böyle bir taahhüt altına girmişti. Savaş sırasında alınan olağanüstü tedbirlerin Türk halkı arasında yarattığı gerilimin de düşürülmesi gerekiyordu. Kısaca gerek iç, gerekse dış, ama daha çok dış koşulların dayatmasıyla Türkiye çok partili hayata geçiş kararı aldı. Zaten 1923’de kurulan rejimin özü de bir süre nazari olarak kalsa da demokratik hak ve hürriyetlerin tanınması anlayışına dayanmaktaydı. Nitekim 1945 yılında Adnan Menderes tarafından da Birleşmiş Milletler Anayasası ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının mutabık olduğu dile getirilmişti.
Dünyadaki yeni gelişmelerin ve iç koşulların zorladığı Cumhurbaşkanı İnönü’nün bu radikal kararının Türkiye seçkinlerinin çoğu tarafından özümsenebildiği söylenemez. Nitekim gerek 1946 seçimleri sırasında alınan önlemler (açık oy gizli tasnif usulü gibi), gerek muhalefetin o zamana kadar siyasi hayatlarını CHP içinde geçiren milletvekillerinin liderliğine teslim edilişi, gerekse sonraki olaylar bunu kanıtlar niteliktedir. 1950 seçimlerinde CHP’nin kaydettiği başarının çeşitli kesimlerde uyandırdığı hayal kırıklığı da aynı çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Kısaca bu kesimler kontrollü, iktidarı hemen devralmaya yeltenmeyecek, bir çeşit vitrin görevini üstlenecek bir muhalefet istiyorlardı.
1946′ da Osmanlı Döneminden beri uygulanan iki dereceli seçim sistemi yerine tek dereceli seçim sistemi kabul edildi. Yine Osmanlı döneminde çıkarılan Cemiyetler Kanunu hükümlerindeki sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulması yasağı kaldırıldı. Seçimlerin bir yıl öne alınarak, 21 Temmuz1946 tarihinde yapılması kararı ise teşkilatını henüz bütün illerde tamamlamamış Demokrat Parti’ye vurulmuş bir darbe idi. Aslında seçimlerden önce sağ ve solu temsilen bir çok siyasi parti kurulmuştu. Halbuki CHP daha çok kendi içinden çıkmış muhalefeti muhatap almıştır. Bu sebeple Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Aralık 1945’de Celal Bayar (bilindiği gibi Atatürk’ün son başbakanıdır) ile Çankaya Köşkünde görüşecek ve bundan böyle Türk siyasal hayatının ana çerçevesinin nasıl olması gerektiği üzerinde mutabakata varılacaktır. İşte bu görüşmeden sonra 7 Ocak 1946′ da Demokrat Parti resmen kuruldu. Fakat İnönü ile bu görüşmeler DP’nin güdümlü bir parti olduğu izlenimini doğuracak, Serbest Fırka olayını bir daha yaşamak istemeyen halk bir süre partiye şüpheyle yaklaşacaktır.
1946 seçimleriyle Türkiye, ilk olarak II. Meşrutiyet döneminde tanıştığı çok partili hayata tekrar adımını atmış oluyordu. Bu seçimlerde, yeterli çoğunluk elde edemese de Türk siyasal hayatında bundan böyle ağırlığını hep hissettirecek olan Demokrat Parti olgusu ortaya çıkıyordu. 1947 yılında ı. Büyük Kongresini gerçekleştiren Demokrat Partinin seçim yasasında yapılmasını istediği hakim teminatı, gizli oy açık tasnif gibi değişikliklerin 1950’de yasalaşması ile girilen 14 Mayıs 1950 seçimlerinde ise meclis çoğunluğunu elde edecektir. CHP’nin kendisine yarayacağı umuduyla çoğunluk sisteminde ısrarı DP’nin % 53.3 oya karşılık 408 milletvekili çıkarmasını sağlamıştır.
1954 seçimlerinde % 57.49 oy alan ve 502 milletvekili çıkaran Demokrat Parti bundan sonraki seçimde oy kaybetse de (katılım oranının % 76.6 olduğu 1957 seçimlerinde % 47.91 oy ve 424 milletvekili almıştı), 27 Mayıs 1960 darbesine kadar iktidarını korumuştur. Bu on yıllık dönem bu güne kadar maalesef genellikle soğukkanlılıkla değerlendirilmeye tabi tutulamamış olup, çoğunlukla değerlendirme sahibinin 1960 darbesi karşısında aldığı tutuma göre şekillenmiştir. Her iktidar döneminde olduğu gibi DP döneminde de iktidarın sevap ve günah hanesine yazılacak pek çok yönler bulunmaktadır. (1946 seçimlerinde Demokrat Parti meclise 62 milletvekili sokmuş ve CHP yeniden iktidar olmuştu. Fakat bu sancılı bir iktidar olacaktır. 1946 – 1950 döneminde çıkarılan seçim kanunu ile; gizli oy açık tasnif, yargıç güvencesi, propaganda konusunda devlet radyosundan eşit şekilde yararlanma hakkı vb. ilkeler ışığında gidilen 14 Mayıs 1950 seçimlerinde ise % 53.3 oy ve 408 milletvekili ile parlamentoda ezici bir çoğunluğa ulaşmıştı. Aslında bu çoğunluk aldığı oy ile orantılı olmayıp, CHP’nin iktidarı döneminde kabul ettiği çoğunluk sisteminden kaynaklanıyordu. Buna karşılık % 39.9 oyalan CHP, meclise ancak 69 milletvekili sokabilmişti.)
Fakat yukarıda söz ettiğimiz yaklaşımın bir sonucu olarak bazılarınca sevap hanesi, diğerlerince günah hanesi abartılarak değerlendirilmektedir. Bunun bizi ilgilendiren yanı ise günümüz siyasi hayatının istenilen standart ve istikrara bir türlü ulaşamaması olmaktadır.
On yıllık Demokrat Parti iktidarının uygulamaları ana çizgileriyle ekonomide; alt yapı eksikliklerinin giderilmesi çalışmaları (yol-su-elektrik vb.), haberleşme araçları, bankacılık, madencilik, tarımda makineleşme, ekim yapılan alanların arttırılması, özellikle şeker, çimento ve dokuma alanlarında sanayi yatırımları ile ihracata yönelik girişimler, serbest piyasa ekonomisi yaratma çabaları şeklinde özetlenebilir. Süleyman Demirel’in 1950 yılında Türkiye’ de ancak 13 köyde elektrik bulunduğu ifadesi ve o günlerdeki dünyanın gelişmişlik düzeyi dikkate alındığında, özellikle alt yapı yatırımlarının ekonomik kalkınma için zorunlu olduğu sonucuna varılacaktır. Fakat bütün bu yatırımların iyi düzenlenmiş bir plan dahilinde yapılmaması, sonraki yıllarda finans konusunda yarattığı tıkanma çokça eleştiriye yol açtı. Hükümet çevrelerinde de 1959’li yılların sonunda iktisadi ve sosyal planlama düşüncesini ortaya çıkarttı. Yurt dışından makro-ekonomik plan yapılması için profesör Tinbergen getirildi, fakat 1960 ihtilali çalışmaları sekteye uğrattı.
Dış politikada önceki hükümetler devrinde başlayan, Batı ile daha sıkı ilişkiler kurma, uluslararası kuruluşlarda yer alma ana çizgisi takip edilmiştir. Türkiye 1946 yılında Bretton Woods kararları çerçevesinde faaliyete geçen IMF (International Monetary Fund)’ye üye olmuş ve ilk defa olarak parasını yüksek oranda devalüe etmişti. 1947 yılında da ABD ile daha sonraki bütün gizli anlaşmaların temelini oluşturacak bir askeri anlaşma imzalanmıştı. Yine İnönü döneminde, Nisan 1949’da NATO’nun kuruluşundan hemen sonra, birkaç defa üyelik başvurusunda bulunulmuş, ancak kabul edilmemişti. Menderes hükümeti uluslararası güce katkı sağlamak amacıyla Kore’ye asker gönderdikten sonra, 1952 yılında NATO ittifakına girilmiştir. Fakat NATO’ya giriş ve batı ittifakında sağlam bir şekilde yer alma arzusu bağımsızlık savaşı yürüten Afrika ülkelerine de, Arap komşularına da kayıtsız kalınmasına yol açmıştı. Türkiye batı ile ilişkilerin derinleştirilmesi çerçevesinde AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) de kuruluşundan bir yıl sonra, yani 1959’da üyelik müracaatında bulunulmuştur.
İç politikada, hızlı sosyal değişimlerin doğal bir sonucu olan buyurgan devlet yorgunu, özellikle de II. Dünya Savaşı sırasında alınan sıkı önlemler neticesinde iyice bunalmış toplumun psikolojik olarak rahatlatılması sağlanmıştır. Temmuz 1950’deki af kanunu ile mesela Nazım Hikmet’in 13 yıllık cezaevi hayatı son bulmuştu. Yine bu dönemde siyaset sadece seçkinlerin görev alanı olmaktan çıkmış, halka da açılmış, halkı dikkate alır hale gelmişti. Doğan Avcıoğlu’nun deyimiyle dönemin gerçek ihtilali halk kütlelerinin
az çok uyanışı ve iktidarlardan hizmet istemeyi öğrenmesi idi. Turan Güneş bu durumu, vali beyin önünde elleri bağlı ayakta duranlar iktidarı ele geçirdiler şeklinde yorumluyordu. Gerçekten de uygulanan politikalar Kemal Karpat’ın ifadesiyle o zamana kadar görülmemiş bir sosyo-ekonomik değişim temposu yaratmıştır. Nitekim Mübeccel Kıray da bu değişimi Anadolu’nun bin yıllık uykusundan uyanması olarak değerlendiriyordu.
Çok partili hayata geçişten sonra CHP’nin de kendi bünyesinde yeni şartlara uygun bazı düzenlemelere gittiğini, Milli Şeflik döneminden kalma değişmez genel başkanlığı kaldırdığını, genel sekreterliğin Milli Şef yerine kurultay tarafından seçilmesinin kararlaştırıldığını da kısa bir not olarak belirtmekte fayda vardır.
Fakat özellikle 1954 yılı ortalarından itibaren çeşitli sebeplerle durum yavaş yavaş değişmeye başlayacaktır. Ekonomide gerçekleştirilen hızlı atılımların finansmanı; hammadde, özellikle de tarım ürünlerinin ihracatı ve dış kredilerle sağlanıyordu. Kore Savaşı tarım ürünlerinin fiyatlarını yükseltmiş, dolayısıyla Türkiye lehinde bir durum ortaya çıkmıştı. Fakat savaşın bitiminden sonra ABD ve Kanada elindeki tarım ürünleri stokları piyasaya sürünce, uluslararası piyasada fiyatlar hızla düşmüştü. 1954’den sonra birkaç kez kötü hasat yılı yaşanması da durumu Türkiye aleyhine çevirdi. Altyapı yatırımları hazine üstünde baskı yaratırken, aynı yıllarda kredi ve dış yardımlar da azalmıştı. Buzdolabı, çamaşır makinesi gibi tüketim maddelerinin ve sanayide kullanılan makine-teçhizatın ülke içinde üretilememesi sebebiyle yurt dışından ithali, buna karşılık Türkiye’nin ihraç ettiği ürünlerin fiyatlarının düşmesi bütçe açığını ve döviz sıkıntısını arttırıyordu. İleriki yıllarda görülen üç haneli enflasyona göre mütevazı kalsa da enflasyon % 20’lere çıkmış, yine mütevazi olsa da dış borç 1958 yılında 257 milyon doları bulmuştu. Bütün bunlar ekonomik dengelerde sıkışmanın ifadeleriydi. Döviz darlığı, dayanıklı tüketim maddelerinin ithalatında zorluklar yaratıyor, bu da halkın şikayetine de yol açıyordu. DP’nin 1957 seçimlerinde bir önceki seçime göre daha düşük oranda oy alması ekonomideki bu durumla ilgili idi.
Adnan Menderes Hükümeti Ağustos 1958’de ekonomik sıkıntıları aşmak için bir takım istikrar tedbirlerini uygulamaya koydu. Fakat programın yürümesi için dış desteğe ihtiyaç duyuluyordu. 1959 yılında ABD’ye giderek kredi arayan Menderes, Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi anlaşmasını imzalamasına rağmen, aradığı desteği bulamayınca Sovyetlere yöneldi. Türkiye’nin ilişkileri arttırma hususundaki birkaç girişimi sonucunda, Sovyetler, Türkiye’nin kalkınmasını desteklemek amacıyla kredi vereceğini açıkladı. Bunun üzerine Sovyetlere sağlık bakanı başkanlığında bir heyet gönderildi ve 1960 Temmuzunda Menderes’in de bu ülkeyi resmen ziyaret
edeceği duyuruldu. Bu ziyaret 27 Mayıs darbesi sebebiyle gerçekleşemese de Amerika’nın şüphelerini arttırmıştı.
Türkiye’ de askeri darbeler yargılanma vb. yollarla kamu oyu önünde yeterince tartışılıp açığa çıkmadığı için, ortada pek çok konuda belirsizlik olmakla birlikte olaylar içinde yer alanların ifadelerine dayanarak askeri darbe çekirdeklerinin 1954 yıllarında oluşmaya başladığı anlaşılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu yıl yapılan seçimlerde DP’nin oy oranını yükseltmesi darbe hazırlıklarını yavaşlatmış olmalıdır. Buna karşılık 1957 seçimlerinde DP’nin oylarındaki düşüş herhalde bu faaliyetlere hız verilmesine neden olmuştu. Görüldüğü gibi bu yıllar henüz Tahkikat Komisyonu kurulması vb. (bu komisyon Nisan 1960’da kurulmuş ve CHP’nin protesto eylemlerine yol açarak ihtilalin en önemli sebeplerinden biri olarak gösterilmişti) DP’nin sert uygulamalara giriştiği yıllar değildi. Fakat 1957 seçimleri sonrasında gerek ekonomik gelişmelerin, gerekse iktidar muhalefet ilişkilerindeki gerilimin, tek parti dönemi siyaseti içinde yetişmiş Menderes hükümetinin itidalini zorlayacak şekilde giderek tırmandığını da söyleyebiliriz. CHP’nin özellikle halkı ve Demokrat Parti yöneticilerini bilgisiz, yeteneksiz hatta küçük gören davranışları, bunu muhalefet etme anlayışına yansıtmaları, aynı zihniyetin bürokrasideki yankısı, ilişkileri normal mecrasından çıkarmaya yarıyordu.
Talat Aydemir’in hatıralarında 1957 yılında akim kalan bir darbe girişiminden bahsedilmektedir. 23 Aralık 1957’de ise Binbaşı Samet Kuşcu ordu içindeki bir darbe faaliyetini ihbar etmişti. Fakat bu ihbar, Samet Kuşcu’nun Cemal Tural başkanlığındaki askeri mahkeme tarafından Kasım 1958′ de iki yıl hapis ve ordudan atılma cezası alması ile neticelenerek kapatılmıştı. İhbar darbe teşebbüsünü bir süre için sekteye uğratsa da, çalışmaların sonradan tekrar hızlandığını, özellikle 1959’un ilk aylarından itibaren yeni bir ivme kazandığını anlıyoruz.
Yine 1959 yılının ilk aylarında toplanan CHP kurultayında, daha sonra ihtilalcilerin siyası düzenlemelerine esas teşkil edecek “ilk Hedefler Bildirgesi” kabul edilmiştir. Bildiride çift meclis, Anayasa Mahkemesi, Devlet Planlama Teşkilatı kurulması, Radyonun ve üniversitelerin özerkliği, bağımsız yargı vb. teklifler getiriliyordu.
1956 yılından itibaren Üniversitelerin öğretim üyeleri ve öğrencileri de hareketlenmeye başlayacak, 1958 yılından itibaren ise bu hareketlilik daha da artacaktır. 28 Nisan 1960’da İstanbul ve Ankara’daki öğrenci gösterilerinden sonra, 21 Mayıs 1960’da harp okulu öğrencileri de hükümete yönelik protesto yürüyüşü eylemine katılmıştı. Bu hareketlenme ve protestolarda henüz silahlı bir çatışma yoktu. Türkiye’de geçliğin silahlı mücadeleye girmesi bir başka darbeden 12 Mart muhtırasından sonra meydana gelmiştir.
27 Mayıs 1960 Darbesi
Uzun zamandır daha çok alt rütbeli subaylarca planlanan darbe Menderes’in program değişikliği sebebiyle 27 Mayıs’ta gerçekleşti. Alınan tedbirler neticesinde Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayına zaten darbeciler tayin edilmişti. Menderes’in Eskişehir’de tutuklanması için de önceden gerekli önlemler alınmıştı. Bütün bunlar fazla bir aksama olmadan uygulandı. Demokrat Partililer başta Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve parti ileri gelenleri olduğu halde geniş çaplı bir harekatın parçası olarak birer birer tutuklanarak Harp Okuluna getirildi, sokağa çıkma yasağı konuldu.
Darbe sonrası ilk bildirilerde ülkeyi kardeş kavgasından korumak adına silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğu ilan ediliyordu. Bu ilk bildiriler “Silahlı Kuvvetler” adına yayınlanmış, daha sonra bu isim yerini “Milli Birlik Komitesi”ne bırakmış ki, bu komitenin kimlerden oluştuğu uzun zaman bilinmeyecek, geçici anayasanın 12 Haziran 1960 tarihinde yürürlüğe girmesi ile orta ya çıkacaktır.
Bir ülkenin gerçek gücü iç siyasette gelişen bir ekonomi ve istikrar, dış politikada ise kendi ülkesinin stratejik tercihlerini uygulatabilme kapasitesidir. Türkiye’nin yaşadığı hiçbir darbe sonrasında darbeciler Türkiye’nin dış ilişkilerinde herhangi bir değişiklik teklif etmediler. Aksine her darbe sonrasında daha ilk bildirilerle, Türkiye ile ilişkileri dondurma kararı alan Batılı devletlere NATO ve CENTO’dan çıkılmayacağı garantisi verildi. Buna karşılık mesela savunma sanayinin güçlendirilmesi, batılı devletlere bağımlılığın azaltılması için çalışmalar yapılması hususunda ciddi teşebbüslere girişildiğine dair elimizde en azından şimdilik bir delil bulunmamaktadır. Bu durum daha 1960’lı yıllarda mesela “Yön” dergisinde, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren subayların ne yapacaklarını ve yaptıkları hareketin anlamını bilmedikleri şeklinde tenkide yol açıyordu.
İç politikaya gelince, Demokrat Parti uygulamaları arasında en fazla rahatsızlık yaratmış görünen ezanın yeniden Türkçe okunması ile ilgili en ufak bir girişim söz konusu olmadı. Türkiye’nin rotasını değiştirmeyen 27 Mayıs diğer darbeler gibi, mevcut iktidarı devirmek ve bir takım önlemler alarak başkasına devretmek işlevi gördü. Fakat giderek bir kesimde darbelerin kendi halkına karşı yapıldığı izlenimi uyanmasına neden oldu. (1932 yılından itibaren ezanın Türkçe okunması kararlaştırılarak, Arapça ezana yasak ve uymayanlara çeşitli cezalar getirilmişti. Haziran 1950’de CHP’nin de desteği ile Arapça ezanın da okunabileceği meclis tarafından kabul edildi.)
Darbenin meşruiyeti ile ilgili ilk desteği Sıddık Sami Onar başkanlığındaki öğretim üyelerinden oluşan bir komisyonun bu yöndeki bildirisi ile alan darbeciler yeni bir anayasa yapımına giriştiler. Bunun için İstanbul Üniversitesi hocalarından oluşan bir komisyon görevlendirildi. Ankara Üniversitesi ise kendiliğinden harekete geçerek başka bir taslak hazırladı. Nispeten kısa bir sürede hazırlanan anayasa CHP’nin ilk hedefler bildirisindeki ana ilkeleri içeriyordu. Çift meclis, Anayasa Mahkemesi, Devlet Planlama Teşkilatının kuruluşu, Milli Güvenlik Kurulu gibi yeni kurumlar ilk kez Türk siyasal hayatına girdi. Fakat Mümtaz Soysal’ın 1962 Ocağındaki bir yazısında belirttiği üzere anayasa hem reformcu, hem de kontrolcü yanlar taşıyordu.
Anayasanın yapısındaki bu çelişki ise ileriki yılların siyasal hayatını olumsuz yönde etkilemiştir.
Diğer bir ilk ise silahlı kuvvetler mensuplarının zorunlu üyeliği ile 1961 yılında oluşturulan Ordu Yardımlaşma Kurulu idi. 1962 yılında Goodyear, 1968 yılında Renault, 1990’da First National Bank of Boston ve Elf ile ortaklıklar ve işbirlikleri kuran OYAK ileriki yıllarda turizmden gıda sektörüne, otomobilden bankacılık, çimento ve sigortacılığa kadar pek çok alanda faaliyet gösteren Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarından biri haline geldi. Fakat kamuoyu bu büyük sanayi kuruluşunun işleyişine dair uzun yıllar yeterince bilgi sahibi olamadı.
1960 yılının Haziran ayında tutuklu DP’liler Yassıada’ya nakledildiler.
Ağustos ayında 235’i general olmak üzere orduda geniş bir tasfiye hareketi yapan Milli Birlik Komitesi, albayların % 80’i, yarbayların % 50’si, binbaşıların % 10’u olmak üzere 4 OOO’i aşkın subayı emekliye ayırdı. Ekim ayında ise 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı ki, aralarında Tank Zafer Tunaya gibi anayasa çalışmaları içinde yer alanlar, İsmet Giritli gibi darbenin meşru olduğuna dair bildiriye imza atanlar, Mina Urgan gibi darbeyi gönülden destekleyenler de bulunmaktaydı.
Yassıada duruşmaları ise 14 Ekim 1960’da başlamıştır, İstiklal Mahkemelerinin bir nevi devamı diyebileceğimiz olağanüstü mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı Başkanlığına Salim Başol getirildi.11 ay süren mahkemede 588 kişi
_
yargılandı. Sonuçta aralarında Bayar, Menderes, Zorlu ile eski Meclis Başka-
nı Refik Koraltan ve darbecilerin eski Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun olmak üzere 15 kişi hakkında idam, 31 kişi hakkında müebbet hapis, 402 kişi hakkında da çeşitli cezalar verilirken 135 sanık beraat etti. İdam cezalarının üçü, aksi yöndeki çeşitli talep ve girişimlere rağmen 16 Eylül 1960′ da infaz edildi. Zira infazların yapılmaması halinde darbenin meşruiyetini yitireceğine dair üniversiteden, daha çok sayıda infaz gerçekleşmemesi halinde tepki göstereceklerine dair Silahlı Kuvvetler Birliği adlı bir oluşumdan baskı gelmekteydi.
13 Kasım 1960’da 14 MBK üyesi yurt dışına bir nevi sürgüne gönderilip tasfiye edildikten sonra, Aralık ayında Milli Birlik Komitesi üyeleri, kapatılan Demokrat Parti hariç siyası partiler, meslek teşekküllerinden vb. kuruluşlardan seçilen temsilcilerden teşkil edilen Kurucu Meclis oluşturulmuş ve anayasa çalışmalarına başlanmıştır.
Mayıs 1961’de mecliste kabul edilen anayasa, 9 Temmuz 1961 yılında referanduma sunuldu. Referanduma halkın katılımı düşük oldu. 12.735.009 milyon seçmenden oyları geçerli sayılan 10.282.561 seçmenin % 61.7’si yeni anayasaya olumlu oy verdi. Bu durum genel seçimlerde CHP’nin çoğunluğu sağlayamayacağı yolunda şüpheleri arttırdı, Demokrat Partinin en az % 40’lık bir oy potansiyeli olduğu düşünülüyordu ve DP’ye siyaset yasağı getirildiği için bu mirasın paylaşılması bazıları için ana sorunlardan biri haline gelmişti. Nitekim siyası faaliyetlerin serbest bırakılmasından sonra bu tabana yönelen üç parti ortaya çıktı, 15 Ekim 1961 seçimlerinde bu üç partiden Adalet Partisi 158, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 54, Yeni Türkiye Partisi 65 milletvekili (toplam 277) çıkardı. Buna karşılık CHP’nin milletvekili sayısı 173 idi. Yine AP en fazla senatör çıkaran parti olmuştu.
1960 askeri müdahalesi, Osmanlı geleneğinde çeşitli örnekleri görülmekle beraber Cumhuriyet tarihimizde bir ilk idi (Atatürk Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olayı sırasında bu partide görev alacak asker milletvekillerinden bu iki görevden birini tercih etmelerini isteyerek askerin siyasetle ilişkisine set çekmişti). 1961 anayasası da Türk siyasi hayatına yeni kurumlar getirmişti. 1961 seçimlerinden sonra Türkiye artık bundan sonraki yıllara damgasını vuracak ve sürekli şikayet konusu olacak başka bir ilk ile “koalisyon hükümetleri” ile tanıştı. CHP ve AP’nin 20 Kasım 1961’de oluşturduğu koalisyon hükümeti 1937′ den sonra ilk kez yeniden başbakan olan İsmet İnönü başkanlığında kuruldu. Böylece DP’nin oy tabanına hitap eden AP de resmi çevrelere kendini kabul etme zorunluluğunu dayatmış oluyordu.
Sonraki askeri müdahalelerde de görüleceği üzere seçim sonuçları bazı çevrelerde hayal kırıklığı yaratmıştı, Darbeciler tarafından İstanbul Valiliği’ne atanan General Refik Tulga’nın deyimiyle “seçimler doğru sonuç vermemişti”. Şimdi bazı çevrelerde okuması yazması bile olmayan insanların milletin kaderinde nasıl söz sahibi olabileceği tartışılıyordu. Bu durum ilk anda akim kalsa da yeni darbe girişimlerine zemin hazırlamıştır. Silahlı Kuvvetler Birliğinin 25 Ekim 1961’de meclisi feshederek yönetimi el koyma girişimi Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın ortamı yumuşatma çabaları ve bir takım isteklerini siyasilere kabul ettirmesi ile önlenebilmişti. Kabul edilen istekler Gürsel’in Cumhurbaşkanı olması, askerlikten atılanların orduya, 147’liklerin üniversiteye dönmemesi ve Yassıada suçlularının affedilmemesi idi. Aynı zamanda Harp Okulu Komutanı olan Talat Aydemir’in 21
Şubat 1962 yılındaki darbe girişimi ise verdiği anlık yanlış bir karar neticesinde kıl payı olarak sonuçsuz kalmıştır. İnönü tarafından affedilen Aydemir 21 Mayıs 1963 tarihli son teşebbüsü sonrasında ise Fethi Gürcan ile birlikte idam cezasına çarptırılarak asılmıştır. İleriki yıllarda ise 12 Mart müdahalesi ile sonuçlanacak başka bir takım hazırlıklar söz konusu olacaktır.
1961 Anayasası’nın kontrolcü yapısı yanında, klasik özgürlüklere dönük bir yapısının da bulunduğunu belirtmiştik. İşte bu ortamda bir yandan sol düşüncedeki kişilerin toplandığı “Yön” dergisi yayın hayatında, “Sosyalist Kültür Derneği” toplumsal hayatta, Türkiye İşçi Partisi ise siyasal hayatta ağırlıkla yer almaya başlamıştı. 13 Şubat 1961’de 12 sendikacı tarafından kurulan bu parti 1965 seçimlerinde çıkarttığı 15 milletvekili ile II. Meşrutiyet döneminden sonra ilk defa mecliste toplumsal meselelerin sosyalist bir yorumla dile getirilmesini sağlamıştı. Öte yandan 1963’de Hindistan’dan dönen 27 Mayıs darbesinin önde gelen isimlerinden Albay Alparslan Türkeş de, Kıbrıs meselesinin iç politikada milliyetçi duygulan kamçıladığı Şubat 1965’de CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) başkanı olarak siyasi hayata atılıyordu (Türkeş, Şubat 1963’de CKMP’ne katılmış, 1965’de genel başkan seçilmiş, Şubat 1969’da da parti Milliyetçi Hareket Partisine dönüşmüştür.) Bu parti ileride Milliyetçi Hareket Partisi adını alacaktır.
1962 yılında ABD ve SSCB arasında Küba krizi patlak vermiş, Türkiye’nin doğrudan içinde yer almadığı bu kriz Jüpiter füzeleri sebebiyle Türk-ABD ilişkilerinin tartışılmasına yol açmıştı. Fakat ABD ile ilişkilerde asıl tartışma dönemi Kıbrıs meselesi dolayısıyla yaşanacaktır. Ada’da olaylar tırmanma eğilimine girdiğinde 17 Kasım 1963’de koalisyon hükümeti dağılmış, 25 Aralık’ta İnönü başbakanlığında bir azınlık koalisyonu hükümeti kurulmuştur.
Uluslararası alanda Kıbrıs meselesi tatmin edici bir çözüme ulaştırılamazken, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini de istemeyen ABD Başkanı L. Johnson’un 5 Haziranda İnönü’ye gönderdiği mektup, 1964 yılının en sıcak iç politika konularından birisi olmuştur. Kıbrıs sorunu ve Johnson mektubunun Türk kamuoyunda yarattığı hayal kırıklığı ve öfkeden yararlanmak isteyen Türk solu basın yoluyla Amerika ve NATO karşıtı kampanyasını arttırmıştı. Solun bu kampanyası pek çok açıdan Türkiye’nin bağımlılığına yol açan ABD ile ilişkilerin kamuoyunda sorgulanmasını da sağladı. Tepkiler 1960’lı yılların sonlarında diğer bazı etkenlerle birlikte ABD ve NATO karşıtı protesto eylemlerine dönüştü.
Adalet Partisi lideri emekli general Ragıp Gümüşpala’nın vefatı üzerine 27-29 Kasım 1964 tarihinde yapılan kongrede, bazıları için sürpriz bir sonuçla Süleyman Demirel parti başkanlığına seçildi. Demirel liderliğindeki AP ilk iş olarak, 14 Şubat 1965’de bütçe görüşmeleri sırasında İnönü hükümetinin düşürülmesini sağladı. Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında kurulan hükümet döneminde katılımın % 71.3 oranında gerçekleştiği genel seçimler yapıldı. AP aldığı % 50.48 oy oranı ve 240 milletvekili ile 10 Ekim 1965 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıştı. Artık kendini ve devletçiliğini ortanın solunda olarak tanımlamaya başlayan CHP ise % 27.44 oy ile (134 milletvekili) ikinci parti olmuştu.
Bu sonuçlar solda büyük hayal kırıklığı yaratmış, Avcıoğlu 1960 Mayısında süngü ile gidenlerin, 1965′ de büyük bir oy çoğunluğu ile iktidara geldiğini yazmıştı. Aslında AP’nin tek başına iktidara gelmesinin önünü tıkamak için bu seçimlerde “milli bakiye sistemi” uygulanmış, sistem istenilen sonucu vermese de % 2.83 oyalan Türkiye İşçi Partisi (Tİp)’in meclise 15 milletvekili sokabilmesine yaramıştı. Tİp’in bu başarını rağmen AP’nin aldığı % 50’lik oy oranı bir takım çevrelerin tekrar hareketlenmesine yol açtı ve eylemler 1970’lere doğru sokaklara taştı.
1950-1960 döneminde harcamaların büyük kısmı alt yapı yatırımlarında kullanılmıştı. Bu tür yatırımlar ise uzun vadede meyve veren yatırımlardı. 1940’lı yılların sonunda lüks tüketim maddesi sayılan buzdolabı, elektrik süpürgesi gibi maddeler 1965’e gelindiğinde elektrik enerjisinin yaygınlaşması ile artık ihtiyaç olarak görülüyordu. Yine ülkenin o zaman için kafi sayılabilecek karayollan ağı ile örülmesi, otomobili de bir çok kişi için ihtiyaç maddesi haline getirmişti. Her ne kadar yeterli bilgi, birikim ve teknik alt yapının olmaması sebebiyle yüksek teknolojiye dayanan ürünlerin ithali ve montajına dayandığı için küçümsense de yavaş yavaş gelişen bir sanayi vardı. Yan sanayilerin de ortaya çıkması ile istihdam ve iç tüketim genişliyordu. Nitekim 1949’da girişilen uçak yapım çalışmalarının 1952’de sonuçsuz kalması gibi, 1960’lardaki başarısız kabul edilen “Devrim” den sonra 1966’da “Anadol” adıyla ilk yerli otomobil piyasaya sürülebilmişti.
Ekonomideki bu genişleme yanında, halkın önemli bir kesiminde CHP’nin henüz silemediği, milli şef döneminden kalan bürokratik-buyurgan parti izlenimi kitleleri AP’ye yönlendiriyordu. İşte bu sebeple, CHP ortanın-solu kavramı ile kendini kitlelere yakınlaştırma siyaseti izlemeye başladı. Bunun halkçılık ilkesinin doğal bir sonucu olduğunu ifade ediyordu. Ortanın-solu kavramının mimarlarından Bülent Ecevit de 1966 yılında yapılan 18. Kurultayda Partinin Genel Sekreterliğine getirilmişti. Fakat gerek CHP’de gerekse parlamentonun diğer bir etkili partisi olan Tİp’ de de iç bölünmeler yaşanıyordu. Nitekim CHP’ den kopan Turhan Feyzioğlu, Kemal Satır gibi 47 milletvekili 1967 yılında Güven Partisini (GP) kurdular.
TİP’e karşı da, Mihri Belli ve Milli Demokratik Devrim arzulayanların başını çektiği bir muhalefet gelişiyordu. Bu muhalefet parlamenter mücadele metodunun Türkiye’yi istenilen çabuklukta sosyalizm hedefine ulaştıramayacağına inanıyordu. Bunun sonucu olarak, Avrupa’daki bazı sosyalistlerin aksine parlamentarizmi “burjuva demokrasisi” veya “cici demokrasi” şeklinde gözden düşürmeye çalışıyorlardı. Adı geçen muhalefet Çekoslovakya’da Dubçek’le beraber yaşanan”güler yüzlü” veya “hürriyetçi” sosyalizmin Sovyet tankları ile ezilmesini ise Mehmet Ali Aybar’ın aksine, sosyalizmin kendini koruma hakkı olarak görüp destekliyordu.
1969 seçimleri böyle bir ortamda gerçekleşti. Kıbrıs meselesinin çözümü şimdilik uluslararası sisteme terk edilmişti. AP’nin oyları % 3 oranında düşmekle beraber milli bakiye sisteminden vazgeçildiği için milletvekili sayısı artmış (% 47 oy ve 256 milletvekili), bölünmeye rağmen CHP’nin oy oranında da çok az bir düşme yaşanmış, aynı sistem sebebiyle milletvekili sayısı artarak 143’e ulaşmıştı, Tİp oylarındaki ufak düşüşe karşılık, milli bakiye sistemi terk edildiğinden, meclise ancak 2 milletvekili sokabilmişti. Böylece Adalet Partisi bir kez daha tek başına iktidar olacak meclis çoğunluğunu elde ediyordu. Fakat bu iktidar uzun sürmeyecek 12 Mart 1971 müdahalesi ile bir kez daha Türk siyasetinde devreye giren askerlerin direktifi üzerine hükümetten çekilecektir. Dikkat çekici bir husus ise, her askeri müdahale öncesinde görüldüğü gibi, Türkiye ekonomisinde 1969 yılında da ufak çaplı bir ekonomik kriz yaşanmasıdır. Kriz IMF ile anlaşılarak ve Türk parasının sarsıntı yaratmayan oranda devalüe edilerek atlatılmıştır.
12 Mart Müdahalesi ve Sonrası
Daha önce belirttiğimiz gibi 27 Mayıs darbesi mevcut iktidarın varlığına son vermiş, fakat yapılan ilk genel seçimlerde devrilen bu iktidarın oy tabanına hitap eden partiler mecliste milletvekili çoğunluğuna sahip olmuştu. Bu durumun bazı çevrelerde yarattığı huzursuzluk gerek Silahlı Kuvvetler Birliğinin Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahalesinde, gerekse Talat Aydemir’in iki kez yönetime el koyma girişiminde açığa çıkmıştı. 1965 seçimlerinde ise tek başına AP % 50 oy oranına sahip olmuş, 1969 seçimleri de sonucu değiştirmemişti.
1961’de “Yön”, 1969’dan sonra “Devrim” gazetesi etrafında toplanan bir grup, siyasetteki bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin gelişmesi ve ilerlemesinin parlamenter düzen içinde olamayacağını savunmaya başladı. Onlara göre seçimler Türkiye’deki siyasi atmosferi istenilen yönde değiştirmiyor, halk dönüp dolaşıp tutucu partileri meclise taşıyordu. Bu durumda ilerleme ve sosyo-ekonomik kalkınma için parlamento dışındaki zinde kuvvetlerin devreye girmesi gerekiyordu. Tİp’in 1965 sonrasında 15 milletvekili ile yaptığı etkili muhalefet de devrim hususunda aceleci olan bu grupları tatmin etmiyordu. Zira çok uzun ve yorucu bir çabayı gerektiren parlamenter mücadeleyi göze alamıyorlardı.
İlk defa 1966′ da Yön dergisinde Mihri Belli tarafından “Milli Demokratik Devrim” (MDD) görüşü seslendirildi. Hedefi, açıkça dillendirilmese de, bazı aşamalardan sonra Türkiye’yi sosyalizme taşıyacak bir askeri darbe idi. MDD giderek çeşitli radikal gruplar arasında yankı buluyordu. Nitekim Fikir Klüpleri Federasyonu’na, 1969′ da toplanan 4. Kurultaydan sonra MDD’cilerin bir kolu olan ve Mahir Çayan’ın önderlik ettiği “proleter devrimciler” egemen olmuştu. Silahlı kuvvetler içinde de, özellikle genç subayların çoğunlukta olduğu bir grup, kışla dışındaki kesimlerle işbirliği yaparak aynı amaçlar uğruna çalışıyor, hatta onlara lojistik destek sağlıyorlardı. Bu gruplar bekledikleri darbenin 9 Mart 1971 tarihinde yapılmasını planladılar. Daha önce de belirttiğimiz gibi, 27 Mayısçılara ellerinde plan ve programları olmadıkları, devrimden sonra ne yapacaklarını bilmedikleri şeklinde suçlamalar yöneltmişlerdi. Dolayısıyla 9 Martçılar daha ayrıntılı planlar yaptılar, hatta darbe sonrasının bakanlar kurulu listesini bile oluşturdular.
Askeri ve sivil gruplar arasındaki bağlantıların nasıl ve hangi derecede kurulduğuna dair bir takım bilgiler olsa da bunlar şimdilik yeterince net değildir. Fakat sonradan anlaşıldığı üzere 27 Mayıs darbesinde ve Milli birlik komitesinde görev alan, İrfan Solmazer, Sadi Koçaş vb. askeri kişiler irtibatı sağlıyorlardı. Planlanan bu darbe de istihbarat kaynakları tarafından adım adım izleniyordu. Son anda Kara ve Hava Kuvvetleri komutanlarının bazı hususlardaki tereddütleri ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın inisiyatifi ele alması ile 9 Mart darbesi 12 Mart Muhtırasına dönüştü. Silahlı kuvvetlerin radyodan okunan muhtırasında, parlamento ve hükümet ülkeyi anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmakla suçlanıyordu. Partiler üstü inandırıcı bir hükümetin iş başına geçmemesi halinde idareyi doğrudan ele alacakları bildiriliyordu.
Muhtıra üzerine Demirel Hükümeti derhal istifa etmiş, yerine 26 Mart 1971’de CHP’den istifa ettirilerek bağımsız olan Nihat Erim başkanlığındaki hükümet kurulmuştur. AP’nin beş bakan verdiği bu hükümete, başlangıçta muhtıraya karşı çıkan İsmet İnönü’nün de destek vermesi, Bülent Ecevit’in parti genel sekreterliğinden istifasına neden olmuştu. 9 Mart darbesini bekleyen gruplar ise, ilk günlerde altında Faruk Gürler ve Muhsin Batur gibi güvendikleri kuvvet komutanlarının imzası olan muhtırayı onaylayan bir tavır aldılar. Fakat 17 Mart’da, daha yeni hükümet kurulmadan silahlı kuvvetler içinde tasfiye başladı. Beş general, bir amiral ve otuz beş albay emekliye ayrıldı. 26 Mart’ta sıkıyönetim ilan edildi. Dev-Genç de dahil olmak üzere çeşitli dernekler ve yasal bir parti olan Tİp kapatıldı. Kapatılan bir başka parti de Erbakan liderliğindeki Milli Nizam Partisi idi.
Muhtıra ertesi orduda yapılan tasfiye 27 Mayıs sonrasında dört bini aşkın subayın tasfiyesinin gerçekleşmesi gibi büyük çaplı değildi ve 9 Martı destekleyen genç subaylara dokunulmamıştı, Fakat yaşanan hayal kırıklığı, kışkırtılmış ve şimdi de terk edilmiş bazı sol örgütleri artık silahlı mücadelenin tek yol olduğu kararını açıklamaya götürdü. Şehirlerden kırlara doğru genişleyecek bir eylem planı yapıldı. Şubat 1971’de ilk banka soygunları gerçekleştirildi. 17 Mayıs 1971’de THKP-C’li Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir, İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Ephraim Elrom’u kaçırıp, pazarlık istekleri yerine getirilmeyince de öldürdüler. Sonradan bir iç hesaplaşmada öldürüldüğü bildirilen Hava Yüzbaşı İlyas Aydın’ın da (bazıları bu kişinin dış istihbarat kaynakları adına çalıştığını belirtmektedir) bu eylem içinde yer aldığı ifade edilmektedir. Elrom olayı sırasında güvenlik güçlerinden kurtulan Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir bir binbaşının kızını kaçırarak sığındıkları evde kuşatıldılar. Çayan sağ olarak ele geçirildi ve tutuklu olduğu Maltepe askeri cezaevinden 30 Kasım 1971’de kaçırıldı. Çayan ve 11 arkadaşı daha sonra Ünye’deki NATO dinleme üssünde görevli üç İngiliz teknisyenini rehin alarak Kızıldere köyüne geldiler. Hareketin amacı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idam edilmekten kurtarmak idi. Fakat bu eylem başarıya ulaşamamış Mahir Çayan ve arkadaşları Ertuğrul Kürkçü hariç silahlı çatışmada ölmüşlerdir. Çatışmada İngilizler de hayatını kaybetmişti. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan ise, askeri mahkeme tarafından verilen cezanın Askeri Yargıtay ve meclislerde onaylanmasından sonra 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edilmişlerdir. Bu üç kişiye verilen idam cezasının suçlarıyla (adam kaçırma, banka soygunu ve kurşunlama) orantılı olmaması o günden bu güne mahkemenin adaletini tartışma konusu yapmıştır. Böylece çatışmalarda ölenleri de dikkate aldığımızda gençliğin lider kadrosu hemen hemen yok edilmişti.
Darbenin diğer ayağı olan kesime ise herhangi bir şey yapılmadı. Dokunulmazlıkları kaldırılan Kontenjan Senatörü ve eski Milli Birlik Komitesi üyesi emekli general Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal’ın askeri isyana teşvik davaları beraatla sonuçlandı. Aynı davadan yargılanan Doğan Avcıoğlu ve arkadaşları da beraat ettiler. Eski Milli Birlik Komitesi üyesi emekli general İrfan Solmazer de gizli örgüt kurma gerekçesi ile tutuklanmış, daha sonra tahliye edilmiştir.
Ordunun desteği ile anarşiyi bitirip, istenilen reformları yapması beklenilen Nihat Erim’in ilk hükümeti kabinedeki çeşitli çalkantılar ve nihayet 11 bakanın istifası ile 3 Aralık 1971’de düştü. 11 Aralık’ta kurulan II. Nihat Erim hükümetinin ömrü de uzun olmayacak, 28 Nisan 1972′ de Suat Hayri Ürgüplü yeni hükümeti kurmakla görevlendirilecektir. Fakat Ürgüplü’nün kabinesi de Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmayınca 22 Mayıs 1972’de Ferit Melen hükümeti kurulmuştur.
Nihat Erim dönemindeki en önemli olaylarından biri 1961 anayasası ile getirilen özgürlüklerin Türkiye’ye fazla geldiği düşüncesiyle değiştirilmesidir. 27 Ağustos 1971’de anayasa değişikliği için verilen önergenin nerdeyse ittifak ile kabul edilmesi, Eylül 1971’de de meclis ve senatodan geçirilmesi Türkiye’nin özgürlükler için ehil olmadığı düşüncesinin adeta zımnen kabulüdür. Böylece temel haklar ve özgürlükler “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne zarar vermemek maksadıyla kısıtlanıyordu. Meclisteki sağ partiler değişikliğe büyük bir destek verirken sıkıyönetimin hakim olduğu ülkede halktan da herhangi bir tepki gelmemiştir.
Bülent Ecevit’in 14 Mayıs 1972’de CHP’nin liderliğine seçilmesi de bu dönemin diğer bir önemli olayıdır. İnönü’nün II. Erim hükümetine de destek vereceğini açıklaması ipleri germiş, 7 Mayıs’ta toplanan CHP olağan üstü kurultayında, genel başkan parti meclisine güveninin kalmadığını belirtmesine rağmen, meclis güven tazelemişti. Kendi parti organlarına karşı bu yenilgi üzerine İnönü CHP’nin genel başkanlığından istifa etmiş ve yerine Bülent Ecevit seçilmiştir.
1973 yılı ise Cumhurbaşkanlığı seçimleri açısından önemliydi. Cevdet Sunay’ın görev süresi doluyor, bu da bir takım sorunları beraberinde getiriyordu. Genelkurmayda Sunay’ın makamına Faruk Gürler’in gelmesi kararı alınmıştı. Bu sebeple Gürler 29 Ağustos 1972 tarihinde atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden henüz altı ay gibi kısa bir süre geçmesine rağmen istifa ederek emekliye ayrıldı. Emekli olmasının hemen ardından cumhurbaşkanlığı için gerekli olan Kontenjan Senatörlüğüne de seçilen Gürler 9 Mart Olayı sırasında Kara Kuvvetleri Komutanı idi. O zamana kadar 12 Mart dönemi uygulamalarına ses çıkartmadan destek veren Demirel, bu defa Gürler’in cumhurbaşkanlığına karşı çıktı. Gerekçesi ise meclis ve milletvekilleri zorlanarak Gürler’in cumhurbaşkanı seçilmesini halka anlatamayacağı idi. CHP de böyle nazik bir ortamda milletvekillerinin oylamaya katılmaması tavsiye kararını aldı. İlk üç turda Gürler’in gereken oyu alamayacağı belli olunca partiler arası anlaşma neticesinde kontenjan senatörlerinden emekli amiral Fahri Korutürk 6 Nisan 1973’de cumhurbaşkanı seçilmiştir.
12 Mart döneminin son hükümeti Naim Talu tarafından kuruldu. Yeni hükümetin de cumhurbaşkanı seçilen Korutürk’e istifasını sunan Ferid Melen tarafından kurulmasına başta AP olmak üzere diğer partiler karşı çıkıyordu. Naim Talu üzerinde anlaşıldı ve 15 Nisan 1973′ de kurulan bu hükümet Türkiye’yi seçimlere taşıdı.
Üç hafta öncesine kadar sıkıyönetimin yürürlükte olduğu 14 Ekim 1973 seçimleri mavi gömleği, şimdi artık köylünün daha doğrusu alt gelir gruplarının sembolü olmuş kasketiyle Karaoğlan Ecevit rüzgarlarının estiği seçimdir. Onun “bu düzen değişmelidir”, “ne ezilen, ne ezen, insanca, hakça düzen” sloganı ve “Ak Günlere” adını taşıyan seçim bildirgesi ile genel başkan olarak girdiği bu ilk seçimde aldığı sonuçlar, CHP’yi 185 milletvekiliyle birinci parti haline getirmişti. Fakat hiçbir partinin tek başına iktidar olabilecek çoğunluğa sahip olamadığı seçimler sonucunda Türkiye yeniden koalisyon seçeneği ile karşı karşıya kalmıştı. Yaklaşık üç ay hükümet bunalımı yaşandı. Nihayet 7 Şubat 1974’de CHP-MSP koalisyon hükümeti güvenoyu alarak kurulabildi. .
Milli Selamet Partisi’nin lideri, 1969 seçimlerinde Konya’dan bağımsız milletvekili seçilerek meclise giren Necmettin Erbakan idi. 1970’de parlamentoda üç milletvekili ile temsil edilen, fakat laikliğe aykırı faaliyetler yürüttüğü gerekçesiyle 20 Mayıs 1971’de kapatılan Milli Nizam Partisinin fiili olarak devamı olan bu parti, 1973 seçimlerinde 48 milletvekili çıkartmıştı. Sonraki yıllarda da “milli görüş” çizgisindeki partilerin sürekli kapatılma akıbetine uğradığına, fakat her seferinde yeni bir parti kurarak, oylarını arttırdığına şahit olacağız.
Dini söyleme ağırlık veren bir parti ile ortanın-solunda olduğunu ilan etmiş bir partinin kurdukları bu koalisyon, o zamanki meclis aritmetiğinin zorlamasıyla oluşmuştu. Hükümet programında koalisyonun milli bütünlüğü ve kalkınma hamlesini zedeleyen suni ayrılıklara son vermek için kurulduğu belirtiliyordu. 1980 darbesine kadar, ülke bu tür normal olmayan birleşmelerden doğan koalisyon hükümetleri ile yönetilecek, daha doğrusu yönetilmeye çalışılacaktır. 1961 sonrasında olduğu gibi her darbe siyasette parçalanmayı, parçalanma da istikrarsızlığı getirmişti.
Halbuki bu yıllar dünyadaki ekonomik yapı ve gelişmeler dikkate alındığında Türkiye için kaçırılmaması gereken yıllardı. Türkiye dünyadaki gelişmelerin nabzını tutarak kendi önünde hangi fırsat ve handikapların bulunduğunu belirlemeli, buna uygun stratejiler planlamalıydı.
CHP-MSP koalisyon hükümetinin en önemli icraatlarından birisi “Af Kanunu”nun çıkarılması ve haşhaş ekim yasağının kaldırılması olmuştur. 1960’lı yılların sonlarına doğru Amerikan’da eroin kullanımı artmıştı. ABD’nin kendi iç sorunlarını dışarıya taşırarak çözme politikasına uygun olarak, Türkiye’deki haşhaş üretimi bu sorunun kaynaklarından biri olarak görülüyordu. Demirel Hükümetinden Türkiye’de haşhaş ekimini yasaklamasını isteyen (çiftçilerin zararı ABD tarafından karşılanacaktı) ABD başarılı olamamış, 12 Mart atmosferinde bulduğu müsait ortamı değerlendirerek
Erim Hükümetine, ilk icraatlarından biri olarak bu yasağı uygulatmıştı. Haşhaş ekim yasağı özellikle Batı Anadolu çiftçileri için şikayet ve hükümetler içinse bir prestij konusu idi. Üstelik Türkiye’de uygulanan yasak ABD’de uyuşturucu kullanımının azalmasına da yol açmamıştı, Nitekim CHP-MSP koalisyon hükümetinin ilk uygulamalarından biri, programında da yer alan haşhaş ekim yasağının kaldırılması olmuştur. Af kanunu çıkarılırken ceza yasasının 141 ve 142. maddelerinden hüküm giyenlerin de af edilmesi konusunda bazı MSP’li milletvekillerinin varılan anlaşmaya rağmen olumsuz oy kullanması koalisyonu bozma noktasına getirmişken Kıbrıs sorunu hükümetin bir süre daha yaşamasını sağlayacaktır.
Kıbrıs bir süreden beri Türk kamuoyunu meşgul eden önemli sorunlardan birisi idi. 15 Temmuz 1974’de Atina askeri cuntası tarafından desteklenen Milli Muhafızların Cumhurbaşkanı Makarios’u darbe ile devirmeleri, Kıbrıs meselesini milli bir dava olarak yeniden alevlendirdi. Türkiye meselenin uluslararası alanda hemen çözülmesi amacıyla girişimde bulundu. Girişimlerinden sonuç alamayınca mevcut durumun bir oldu-bitti şeklinde kabul ettirilmesinden çekinerek 20 Temmuz 1974’de garantör devlet sıfatıyla adaya müdahale etti. Türk kuvvetleri çok kısa sürede duruma hâkim olmuş ve 22 Temmuz’da ateşkes ilan edilmişti. Ateşkese rağmen çatışmaların durmaması üzerine, 14 Ağustos’ta ikinci müdahale yapılarak adanın yaklaşık % 40’lık bölümünde bugünkü statünün oluşması sağlandı. Bundan sonrası uluslararası sistemin adil ve barışçı bir çözümde anlaşmasına kalıyordu. Bu arada ABD’de seçim sürecindeydi ve kongre, Rum lobisinin tesiri ile 5 Şubat 1975’de Türkiye’ye ambargo uygulama kararı aldı. Karara göre Türkiye’ye sağlanan her türlü yardım, parası ödenmiş askeri malzeme de dahil savunma araçlarının teslimi yasaklanmıştı.
Ambargo Eylül 1978 Yılına kadar sürecek ve dünyadaki ekonomik koşullar da eklenerek Türkiye’yi zor duruma sürükleyecektir. Demirel Hükümeti zamanında karşı atak olarak Türkiye’deki Amerikan üslerinde faaliyetlerin durdurulması kararı alınmıştı. Ambargo Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaçlarını yerli kaynaklardan karşılanması çalışmalarının başlatılmasını sağlamış ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı teşekkülü olarak ASELSAN kurulmuştur.
Türk kamuoyunda büyük heyecan uyandıran Kıbrıs Barış Harekatı Ecevit’e büyük bir prestij ve Kıbrıs Fatihi unvanını kazandırmıştı. Bu durumu seçim zaferi ile tek başına iktidara çevirmek isteyen CHP, mevcut şartlar Türkiye’nin lehine olmasına rağmen, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm için yoğun çabaya girişmek yerine koalisyonun bozulmasını sağlayarak ülkeyi erken seçimi zorlamak istedi. Bunu yaparken Feroz Ahmad’ın deyimiyle MSP’li ortaklarını birçok defa istiskal etti. MSP koalisyonu bozmayınca da, 18 Eylül 1974’te kendisi istifasını verdi.
Yeni hükümet için partiler arasında uzun süre bir anlaşma sağlanamamış, Sadi Irmak’ın teknokratlar ve bürokratlardan oluşan hükümet ise güven oyu alamamıştı. Uzun süren hükümet bunalımından sonra nihayet 31 Mart 1975’te I. Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu. AP, CGP, NSP ve MHP bu hükümeti doğrudan desteklemişti. DP bu tarz bir koalisyona karşı çıkınca, 9 milletvekili partiden kopmuş ve hükümeti dışarıdan desteklemişlerdi. Koalisyonun oluşturulmasındaki temel neden ise erken seçimi önlemekti. Bu arada ekonomik göstergeler kötüleşiyordu. 1973-1974 yıllarında, petrol fiyatları uluslararası piyasada dört kat artmıştı. Bu durum ithal sanayi ürünlerinin fiyatlarına da yansıyarak hem ödemeler dengesinde açılmaya, hem de iç piyasada aşırı fiyat yükselmelerine sebep olmuştu. Kıbrıs harekatı sırasında ABD’nin başlattığı, batılı ülkelerin de örtülü olarak destek verdiği ambargo da ekonomiye olumsuz etki yapıyordu. Askeri harcamaların arttığı 1974’te Türkiye rekor seviyede bütçe açığı verdi, zamanında önlem alınmaması ise 1978’deki ekonomik krize yol açtı. Mecliste zayıf bir desteğe sahip olan ve seçmen tepkisinden ürkerek sert de olsa gerekli ekonomik kararları almaktan çekinen koalisyon hükümetleri ise sorunları bir sonraki döneme atmaya yönelik geçici tedbirlerle yetiniyorlardı. Popülist politikalar enflasyonda artışı körüklüyor, işsizlik artıyor, ülkede pek çok kişi durumdan endişe ediyordu. Ekonomide kötüleşme artan bir şekilde 1980’li yıllara kadar devam etti.
Koalisyon partilerinin her birinin hükümeti bir tarafa doğru çekmeye çalıştıkları, kendilerine düşen bakanlıklarda kadrolaşmaya gittikleri bu dönemde toplumsal huzursuzluk giderek artıyordu. 12 Mart ara rejiminin “balyoz harekatıyla” bir süre için sindirdiği şiddet yeniden ve daha sert ortaya çıkıyordu. Şiddet giderek, yön değiştiriyor, yasadışı sol gruplar THKP-C, TİKKO gibi örgütler ideolojik, mezhepsel ve etnik ayrılıklarda yoğunlaşıyorlardı. Sağda MHP’ye bağlı ülkücüler, hatta akıncılar vb. gruplar birbirleriyle ve karşıt görüşlülerle çatışarak gelecekte kendilerini ezecek yeni bir darbeye zemin hazırlıyorlardı. Özellikle 1975 kısmi senato seçimlerine doğru olaylar daha da tırmanmaya başladı. Sosyalizmden yana değişen bir dünyada kutlanacağı umulan 1976 ve 1977 1 Mayıs İşçi Bayramları sol için önemliydi. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) düzenlediği 1976 kutlaması kayda değer bir olay meydana gelmeden sona erdi. Fakat bu gün hâlâ tartışılan 1977 İşçi Bayramı nasıl olduğu anlaşılamayan şekilde göstericilerin üzerine ateş açılması ve panik sonucunda 36 kişinin ölmesiyle sonuçlandı.
1975 senato seçimlerden CHP % 40 oy oranı ile birinci parti çıkmış, AP ve MHP oylarını korurken, MSP ve CGP kayba uğramıştı. Demokratik Parti ise aynı seçimlerde silinmişti. Bu durumda koalisyonun küçük partileri erken seçime gitmemek için direndiler. Fakat “Kanlı 1 Mayıs”tan bir süre sonra şiddetin giderek arttığı bir ortamda, 5 Haziran 1977’de erken genel seçimler yapıldı. Her şeye rağmen seçimleri sorunlarının çözümünde demokratik bir araç olarak gören halkın katılımı 1973’dekinden daha fazla oldu. Oyların % 41.4’ünü CHP (213 milletvekili), % 36.9’unu (185 milletvekili) AP aldı. MHP oy oranını 6.42’ye yükselterek 3 sandalye ile temsil edildiği meclise 16 milletvekili soktu. MSP’in oyları % 8.57’ye sandalye sayısı ise 48’den 24’e düşmüştü. Ecevit seçim çalışmaları sırasında İzmir’de bir suikast girişimine uğradı. Bu girişimin sorumlusu olarak kontrgerillayı suçladı. Böylece siyasi literatürümüze Kontrgerilla deyimi ilk olarak giriyordu. Oysa Ecevit böyle bir örgütün varlığını 1973 yılında öğrendiğini sonradan açıklayacaktı, ileride bazı çevreler “Kanlı 1 Mayıs” olayının da kontrgerillanın bir eylemi olduğuna dair inançlarını sık sık kamuoyu ile paylaşacaklardır.
Görüldüğü gibi şartların giderek ağırlaştığı bu dönemde, 1977 seçimleri de Türkiye’nin ihtiyacı olan güçlü iktidarı çıkaramamış, hükümeti kurmakla görevlendirilen Ecevit güvenoyu alamamıştı. Beklenen CHP-AP koalisyonu ise gerçekleşmedi, yerine II. Milliyetçi Cephe hükümeti oluşturuldu. Halbuki bu yıllar Türkiye’nin artık tahammülü aşan bir şekilde kutuplaştığı, ekonomik-sosyal meselelerin çıkmaz sokağa doğru sürüklendiği yıllardı. Nitekim Ahmad’ın ifadesiyle yeni hükümetin daha ilk 15 gününde 26 cinayet işlenmişti. 1 Ağustos 1977’de güvenoyu alan II. MC Hükümeti 26 Aralık 1977’de muhalefetin verdiği gensoru ile düşürüldü, 5 Ocak’ta da istifa etti. Siyasi literatürümüzde Güneş Motel olayı şeklinde anılan ve AP’den istifa eden veya ettirilen 11 milletvekili ile yapılan pazarlıklar sonucu yeni bir hükümet oluşturuldu. İstifa ettirilen milletvekillerinin hemen hemen her birine bakanlık koltuğu verilebilmek için bakanlık sayısı 34’e yükseltilmişti.
Ocak 1978’de kurulan II. Ecevit hükümeti de öncekiler gibi zayıf, çok az bir farkla güven oyu alabilmiş, sallantıda bir hükümetti. Ekonomi giderek kötüleşiyor, birçok temel madde benzin. Yağ, tüp, filtreli sigara, ampul vb. bulunmuyor, elektrik program dahilinde kesiliyor, kuyruklar uzuyordu. Yokluk karaborsacılığı karlı bir alan olarak devreye sokmuş, karaborsacılık yokluğu daha da artırmıştı. Dış yardım isteyen hükümete IMF ile anlaşması önerildi. % 32.5 oranında devalüasyon ve bir takım mali önlemlerden sonra IMF ile anlaşıldı ve dış yardım alındı ise de rahatlama uzun sürmedi. Türk ekonomisine yük getiren bir başka gerçek de askeri harcamalarda dışa bağımlılıktı. Kredi bulmak konusunda duyulan sıkıntı ve dış yardımların kesilmesi, askeri harcamaların peşin para ile yapılması zorunluluğunu getiriyordu. Yine bu yıllarda Avrupa’da Türk işçilere duyulan talebin giderek kesilmesi işçi dövizi girişini azaltmış, bu durum döviz sıkıntısını daha da arttırmıştı. Dar boğaz yaşayan, temel ihtiyaçlarının birçoğunu karşılayamayan halk arasında artık, Ecevit’in ekonomik sorunları çözemeyeceğine dair kanaat oluşmaya başlamıştı.
Şiddet olayları ise durmaksızın devam ediyordu. 17 Nisan 1978’de Malatya’nın AP’li belediye başkanı Hamid Fendoğlu bombalı bir paketle öldürüldü. Bir sonraki gün şehirde başka olaylar çıkmış, 3 kişi daha ölmüş, birçok yer tahrip edilmişti. Aralık 1978’de Sovyetlerdeki Türk topluluklarının yaşadığı sıkıntıları anlatan bir filmin gösterildiği sinemaya atılan bomba ile Kahramanmaraş olayları başladı. Ertesi gün iki TÖBDER’li öğretmen öldürüldü. Öğretmenlerin cenaze törenleri sırasında da yeni ölümler meydana geldi. Belirttiğimiz gibi artık olayların yönü ideolojik ayrılıklar yanında, mezhep çatışmalarına doğru çevrilmişti. 23-24 Aralık boyunca Kahramanmaraş bir savaş alanına dönmüştü. 26 Aralık 1978’de ölenlerin 102 kişiye ulaştığı resmi olarak açıklandı. Pek çok ev ve işyeri de tahrip edilmişti. Aynı gün 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Nisan ayında 6 ile daha genişletilen sıkıyönetim 12 Eylül darbesine kadar iki ay ara ile sürekli uzatıldı, Fakat sıkıyönetim uygulaması da şiddeti sona erdirmedi. Gazeteci Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da öldürüldü. Cinayetin arkasında kimlerin olduğu yeterince belirgin olmasa da katilinin Mehmet Ali Ağca olduğu açıklandı. Fakat öldürülen sağdan ve soldan pek çok kişinin katilleri meçhul kaldı ve günümüze kadar da bu cinayetleri kimin ne amaçla işlediği, arkasında kimlerin olduğu tam olarak anlaşılamadı. Bu belirsizliğin kendisi yeni kutuplaşmalar ve çatışma alanları oluşturdu.
Eylül 1978’de hükümette iki bakanı bulunan CGP hükümetten çekilme kararı alınca Başbakan Yardımcısı Feyzioğlu istifa etti. Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde ise boş bulunan 5 milletvekilliğinin beşini de muhalefet kazanmıştı (AP oylarını % 54’e çıkarmış, CHP % 29’a gerilemişti). Seçimler sınırlı bir alanda yapılsa da halkta var olan büyük hoşnutsuzluğu dile getiriyordu. Sosyo-ekonomik sorunları çözmede yetersiz kalan Ecevit Hükümeti bu sonuçları gerekçe göstererek istifa etti. Adalet Partisinin azınlık hükümeti isteğine MSP ve MHP destek verince, 12 Kasım 1979′ da hepsi AP’lilerden oluşan ve yukarıdaki iki partinin dışarıdan destek verdiği hükümet güvenoyu aldı.
Yeni hükümet olayların durulmasını sağlamak amacıyla sıkıyönetim uygulamasında askere geniş yetkiler verdiyse de bu yetki ölenlerin sayısının giderek günde 20’ye çıkmasını engellemedi. DİSK genel başkanı Kemal Türkler, eski Başbakan Nihat Erim öldürülenler arasındaydı. 27 Mayıs 1980’de MHP’li eski Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak öldürüldü. Erbakan ve Ecevit’in hükümeti düşürme planları yaptığı Haziran sonunda ise 50 kişinin öldüğü belirtilen çorum olayları yaşandı.
Türkiye’nin 1974’den sonra girdiği ekonomik krizi yukarıda belirtmiştik. 1979 ve 1980’de petrol fiyatları tekrar, % 150 oranında arttırılmıştı. Aslında uzun zamandan beri ekonomik durum, hükümetleri radikal kararlar almaya zorlamaktaydı. Buna rağmen çoğu zayıf koalisyon hükümetleri bu kararları alma cesaretini gösteremiyordu. Ekonomik sorunların sürekli ertelenmesi ise mevcut yapıyı daha da kötüleştirerek, artık ertelenemeyecek bir noktaya getirmişti. Demirel Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Turgut Özal’a acil ekonomik önlemlerin alınması işini devretti. Böylece 24 Ocak kararları ortaya çıktı. Kısaca 24 Ocak kararları enflasyonu kontrol altına almak, ihracatı arttırarak dış ticaret açığını küçültmek (bunun için gerçekçi bir kur politikası takip etmek ve ihracatı desteklemek), ekonomik büyümeyi sağlamak (diğer tedbirler yanında yabancı yatırımcıyı teşvik) amacı ile çıkarılmıştı. Uygulamaya sokulan kararlarla Türk parası % 48.6 oranında devalüe edildi, iç talep kısıldı, fakat piyasada mal bolluğu yaşandı. Sabit kur uygulaması terk edilerek, fiyatların ve faizin oluşumu piyasaya bırakıldı. Gübre gibi birçok malda sübvansiyon kaldırıldı veya azaltıldı. KİT’lerin yarattığı açıklar zam yapılarak kapatıldı. Buna karşılık ücretler ve taban fiyatları enflasyonun gerisinde bırakıldı. Çavdar’ın ifadesiyle 24 Ocak Kararları IMF’nin bile öneremeyeceği sertlikte kararlardı. Fiyatlar % 70 – %170 oranında artmıştı. Buna rağmen halk 1979 sonlarında yaşanan ekonomik sıkıntılardan öylesine bıkmıştı ki, 12 Eylül darbesi sonunda yapılan ilk genel seçimlerde her şeye rağmen Turgut Özal’ı tek başına iktidara taşıdı.
çok teşekkürler paylaşım için